Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Ebû Hafs-ı Haddâd hazretlerine sorulmuş:
Kâle ve süile eydan, yukarıdaki rivâyet zincirinde ismi geçen şahsa atıfta bulunuyor.
Ebû'l Hasen ibni Miksen demiş ki; Bağdat'ta Ebû Muhammed el-Mürteîş'ten işittim. O da diyor ki, Ebû Hafs'dan şöyle duydum, dediğine göre; yine el-Mürteîş'ten rahmetullâhi aleyh'den rivâyet edilmiş oluyor:
Süile "soruldu" Kime? Terceme-i hal sahibi Ebû Hafs-ı Haddâd en-Nîsâbûrî, kısaca Ebû Hafs hazretlerine soruldu; meni'l-veliyyü? Veli dediğimiz şahıs Allah'ın sevgili kulu, biz çoğulunu kullanıyoruz. Veli kelimesinin çoğulu evliyâ, veliyyullah çoğulu evliyâullah.
''Veli kimdir? Allah'ın sevgili kulu, evliyâsı kimdir?" diye sormuşlar. Nîsâbûrî'nin nasıl büyük zât olduğunu geçtiğimiz derslerde okumuştuk. Bu soru size sorulsa siz ne cevap verirsiniz, veli deyince ne anlıyorsunuz, evliyâ deyince hatırınıza ne geliyor, nasıl bir tarif yaparsınız, kendiniz düşünün. Ama tabii nihayetinde bu, sizin kendi bilginizle sınırlı bir söz olacak. Siz bir söz söylüyorsunuz veya ben bir söz söylüyorum ama bu konuda salahiyetimiz, bilgimiz, tahsilimiz, görgümüz ne ise o kadar kıymetli bir söz.
Bu şahıs bu konunun en salâhiyetli şahsı. Bunu hem bilgi olarak bilen hem de hâl olarak yaşayan insan. Yaşadığı güzel haliyle herkesin kendisini tanıdığı, tecrübe edip, tanıyıp bildiği bir mübarek insan. Yani sıradan bir kimseye git ‘veli kimdir?' diye sor; cevabının kıymeti o kimse kadar olur, o kimse ne kadar kıymetli ise cevabı da o kadar kıymetli olur. Cevap bazen kıymetsiz de olabilir. Ama sorulan kimse zaten evliyâ olduğuna hüsn-i zan ettiğimiz kimse, zaten din ilimlerinde çok derinleşmiş bir kimse. Soruluyor ‘nedir evliyâ demek?'; ‘kimdir veli dediğimiz şahıs?' meni'l veliyy veli kimdir?
Fe kâl cevap veriyor; şimdi bakın cevaba:
Men ıyyede bi'l kerâmâti ve guyyibe anhâ.
Cevap kaç cümleden ibaret? Bir cümle. Dört tane kelimeyi kullanarak tarif etmiş ama Allah razı olsun, o kadar güzel tarif yapmış ki, çok hoşuma gitti.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in vasfıdır. Az söz ile çok özlü, çok güzel mâna söylemek. Efendimiz'e verilmiş bir meziyettir, imtiyazdır. Bir güzel vasıftır.
Peygamber Efendimiz; ''Bana beş şey verildi'' diyor, birisi de bu. "Utîtü cevâmia'l kelîm." Bana derli toplu, özlü söz söyleme kabiliyeti de verildi. Hakikaten Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîflerini ezberleyebilirsiniz. Kırk tanesini ezberlerseniz, kıyamet gününde Allah sizi âlim zümresinden haşredecek. Kolayca da ezberlenebilir, çünkü özlü, az söz çok mâna, çok güzel ifade.
Evliyâullahın işi nedir? Peygamber Efendimiz'e tam ittibâ etmek, tam onun gibi olmaya çalışmak. Çünkü o bizim numûne-i imtisâlimizdir, modelimizdir. Allah celle celâlühü hazretlerinin, ''Ben bu kulumu sevdim, elçi olarak gönderdim. Bu benim habîbim, seyyidi'l-evvelîne ve'l-âhırîn, kâinatın efendisi, eşref-i mahlûkât olan zât, işte bunun gibi olun.'' Peygamber Efendimiz, Allah'ın bize gönderdiği model insan, O'na kendisini en iyi uydurabilmiş insan. Biz de uydurabilirsek ne mutlu! O zaman Peygamber Efendimiz'in sünneti yolunda yürümüş oluruz. Efendimiz'in ahlâkı ile ahlâklandığımız zaman fenâ fi'r-resûl dediğimiz hal olacak. Fenâ fi'llâh, bekâ billâh ne zaman olacak? Resûlullâh'ın hadîs-i şerîflerini, sünnet-i seniyyesini bileceksin, kendini ona tam uydurup hazmedeceksin. İşte o zaman fenâ fi'r-resûl makamına erişebileceksin. Bu da az sözle çok güzel bir tarif yapmış, Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîfleri gibi.
Men üyyide bi'l kerâmâti ve guyyibe anhâ.
''Kerâmetlerle takviye olunan, teyit olunan, tasdik olunan ama kerâmetlerini görmeyen kimse. Kerâmetlerini zihninde tutmayan, kerâmetlerini malzeme olarak kullanmayan, kerâmet satmayan, kerâmetini gizleyen kimse.''
"Evliyânın vasfı nedir?" Men evliyâ o kimsedir ki, üyyide teyit olunmuştur, desteklenmiştir, tasdik olunmuştur, takviye olunmuştur, insanlar onun mübarek bir insan olduğunu bilsinler diye Allah'ın yardımına mazhar kılınmıştır. "Neyle?" Bi'l-kerâmât kerametler ile, kerâmet gösterir. Sözü kerâmettir, bakışı kerâmettir, oturuşu, kalkışı kerâmettir. Her hâli kerâmettir.
Şöyle bir şey söylemedi. Haberle beraber kendisi geliyor."Uçak baya korkuttu değil mi." Kerâmet gösteriyor, onun hâlini biliyor. Uçakta iken kendisine râbıta yaptığının, kendisiyle irtibatlandığının farkında, onu biliyor. Allahu ‘âlem, belki uçak düşecekken, düşmesini de Allah'ın lütfuyla engellemiştir. O da bir kerâmet. İşte böyle olur. Sözü, özü, işi, hâli, ahlâkı her şeyi fevkalade. İnsan dikkat ettiği zaman anlar.
Bir kardeşimiz annesiyle beraber hocamıza gelmiş ama yolda sarımsaklı bir yemek yemişler. Hocamızı ziyaret etmek istiyorlar, üstelik de başka bir şeyhe bağlı insanlar. Çekine çekine içeriye girmişler, hocamızın oturduğu salona geçmişler, selam vermişler. Salon uzun, onlar da kapıya yakın durmak istiyorlar ki yaklaştıkları zaman ağızlarındaki sarımsak kokusu hocamızı rahatsız etmesin diye düşünüyorlar, uzak durmaya çalışıyorlar. Kapıdan girer girmez "selamün aleyküm Hocam" deyip uzak durmaya çalışırken, Hocamız selamlarını almış elinde bir kitap ''gelin gelin bakın size sarımsağın faziletlerinden biraz okuyayım, ne kadar şifalıymış, tansiyonu nasıl düşürüyormuş.''
Misal olsun diye söylüyoruz. Hocamız da vefat etti, göçtü gitti. Ama hocamızı hâl-i hayatında tanıyan insanlar; kerâmet-furuşluk yapmadı, kerâmet satmadı, büyüklük taslamadı. Daima çok mütevazı bir durumda oturdu, kalktı, konuştu. Kendisinden bahsederken, ''ben aciz, naçiz, ben günahkâr kardeşiniz. Nerede o eski büyüklerin halleri, biz maalesef onlar gibi değiliz, yapamıyoruz, olmuyor işte.'' dedi. Her hâli ile mütevazı idi. Gören de der ki; ''İşte bir köy hocası, gelmiş burada imamlık yapıyor.'' Kimisi sakalına çatar, kimisi göbeğine, kimisi boyuna, kimisi sözüne, kimisi telaffuzuna çatar, kimisi orasını hor görür, kimisi şurasını hor görür.
Halvete girmiş, kırk gün terbiye görmüş adam, diyor ki, ''Hocamızın çok kerâmetlerini gördüm.'' Yanındaki arkadaşı ile halvetten çıkmış, bahçeden hocamızın evine doğru geliyorlar, -yan taraf bahçe, sol taraf koridor, kapıya gelecekler, yanındaki arkadaşına demiş ki; ''Bak şimdi, biz daha kapıyı çalmadan kapı açılacak.'' Koridordan yürümüşler, kapıya gelince hakikaten açılmış. Böyle kerâmetlerinin olduğu biliniyor.
Kimisi öyle dedi, kimisi böyle dedi. Ama vefat ettikten sonra her şey daha iyi anlaşıldı, herkes birbirine, ''benim başımdan şöyle bir olay geçmişti, şöyle bir kerâmetini görmüştüm, böyle bir kerametine şahit olmuştum.'' Demeye başladı.
Fuzulî'nin:
''Vay yüz bin vay kim ne nisbet yârdan ayrılmışam,
Bir kadd-i şimşâd-ü gül-i ruhsârdan ayrılmışam.''
dediği gibi, ah vah ettiler, saç baş yoldular, '' Kadrini kıymetini bilememişiz.'' dediler, ben de dahil. Hocamızın sağlığında kadrini kıymetini bilemedik. Ankara'da profesörlük yapacağız diye kalktık gittik. Müteaddit defalar gelmek istedim. Hocamız; ''Profesör ol da öyle,'' dedi. O da kerâmet. ''Ben daha asistanım, Ankara'da durmayayım, geleyim hizmetinizde olayım,'' diyorum. ''Profesör ol da öyle, diyor. Profesör oldum öyle geldim buraya. Kerâmet; evvelden olacak şeyi biliyor ve söylüyor. ''Ne zaman profesör olacaksın?'' ''Bu sakalla beni profesör yaparlar mı, mümkün mü?
''Profesör ol da öyle gel, profesör ol da öyle.'' Asistanken ''Geleyim.'' dedim, ''profesör ol da öyle. '' Doçentken ''Geleyim, askerden sonra beni artık fakülteye almak istemiyorlar, zorluk çıkarıyorlar, geleyim İstanbul'da durayım''. ''Hayır, profesör ol da öyle, kaç sene kaldı, ne zaman profesör olacaksın?'' Biliyor.
Gelelim Ebû Hafs hazretlerinin sözüne, veli kimdir? Kerâmetlerle tasdîk ve takviye olunan ama kerâmet satmayan insan. Mütevâzı! Hocamız nasıldı? Mütevâzıydı. Nasıl tanırlardı hocamızı? Bir köylü şahıs sanırlardı. Hocamız biraz da böyle ‘kardaşlar' filan diye konuşurdu, telaffuzu da çok tatlıydı. Mesela bir sözü var, onu yazmışlar kartona, beze, duvara asmak için:
''Arkadaşlık, pekey demekle kâimdir.''
Biz ‘pekiyi' deriz. O ‘pekey' derdi mesela. ‘Eyi,' o da Anadolu telaffuzudur. ‘Kardaş,' derdi, ‘kardaşlarım,' derdi. Tabii bazıları o haliyle hocamızı küçümserlerdi, bir şeye benzetemezlerdi. Ama Allah yüceltti mi bir insanı, yücelir. Kerâmet verdi mi verir, mevki makam verdi mi verir. Ama o özellikle saklıyordu, ben biliyorum şimdi. Bütün gün beraberiz, yan yanayız. Birisi bir konuyu anlatıyor, dinliyor, o gidiyor başkası geliyor aynı konuyu anlatıyor, aynı merakla dinliyor, aynı merakla. Ötekisi de hocamızı bilmiyor sanıyor, ballandıra ballandıra izah etmeye çalışıyor, sabırla dinliyor. O da gidiyor, ondan sonra bir başkası aynı şeyi anlatıyor. Ben biliyorum, mâlumu olan şeyler. Karşı taraf bilmiyor sanıyor, izah etmeye kalkıyor, yeniden anlatıyor.
Hacda bir keresinde, ''Hocam, bu akşam filanca zâtı ziyarete gidelim,'' demişler. ''Peki,'' demiş. Çünkü ''Peki demek lazım, arkadaşlık peki demekle olur, itirazla arkadaşlık olmaz.'' Prensibi bu!
‘Peki'. Biraz sonra bir başka şahıs gelmiş, ''Hocam, Medine'de şöyle mübarek bir zât varmış, bu akşam ona gidelim. ‘Peki'. Üçüncü bir şahıs gelmiş, ''Hoca akşam filancaya da gidelim,'' ‘Peki'. Etti üç. Üç ayrı yere ‘peki,' dedi. Yanındaki ihvanımızdan mühendis, dayanamamış.
''Hocam, şimdi bu akşam için üç yere, üç ayrı şahsa peki dediniz.'' ''Sen sonunu seyret.'' Demiş. Biraz zaman geçmiş, birinciden bir haber gelmiş, hani filanca zâta gidecektik ya, işte o Medine dışındaymış, yokmuş burada, olmuyor; tamam. İndi ikiye. Biraz sonra bir haber daha gelmiş, bir sebeple o da olmuyor. Tamam, tek ihtimale düştü. ''Gördünüz mü, ben yıllardır size arkadaşlıkta uyumu öğretmeye çalışıyorum, ‘peki' demeyi öğretmeye çalışıyorum. Birbirinize itiraz etmeyin, uyumlu, tatlı, sevimli olun, kardeş olun.'' demiş.
Geçtiğimiz günlerde bizim Bayramiç'e gittik. İhvanımız iki gruba ayrılmış, hatm-i hâcegânın başında şu duayı okuyanlar, okumayanlar. Oradan birisi bize soru sormuş, ''Hatm-i hâcegânı nasıl yapalım?'' Şöyle şöyle yapın.'' demişiz, ona göre hatm-i hâcegân yapanlar iki kısım. Birinciler, ikincileri reddetmişler... Demişler ki, ''filanca hatun hanımefendi zamanında biz hatm-i hâcegânı şöyle yapıyorduk, şimdi siz böyle yapıyorsunuz, olmaz böyle şey!'' Nedir mesele? Hatm-i hâcegânın aslı, 7 Fatiha, 100 salavât-ı şerîfe, 79 Elem neşrahleke, 1001 İhlâs, 7 Fatiha, 100 salâvat-ı şerife tertip bu. Burada bir değişme yok. Hatunlar başına gelen duaların farkından birbirlerine tutuşmuşlar, darılmışlar, gitmemeye, gelmemeye, konuşmamaya, toplanmamaya başlamışlar. ''Peki,'' demeyi öğrensene, ne olacak? Aynı yolun yolcusu, aynı evin kardeşleri, aynı tekkenin müritleri, ihvanı. Küçük şeylerden mühim olmayan şeylerden, ihtilaflar çıkartabiliyorlar. Hocamız, ''Ben size yıllardır ‘peki' demeyi öğretmek istiyorum.'' demiş. Üç şeye ‘evet' diyor ama iki tanesinin olmayacağını bildiği için ‘bak, sen işin sonuna dikkat et.' diye de söylüyor. Olacağını, olmayacağını da biliyor. Veli böyledir.
Veli, Allah'ın sevip de kendisine kerâmet nasip ettiği kimsedir. Ama o; kerâmetini gizler, saklar, satmaz. Kerâmet satmaz, göstermez, söylemez. Belki bizim söylememizi bile istemiyordur. Allah rahmet eylesin, biz dayanamıyoruz, hayret ediyoruz söylüyoruz. Bir de ‘insanlar kerâmeti inkâr etmesinler, evliyâyı inkâr etmesinler.' diye söylemek zorunda kalıyoruz.
Kimisi diyor ki, ''Olmaz böyle şey.'' Ben de ‘olmaz' diyen bir tahsilde yetiştim. Senin kadar ben de fizik okudum, matematik okudum, enerjinin akımı kanununu okudum, şunu okudum, bunu okudum. Sizin safsatalarınızı hep beraber biz de okuduk, hepsini biliyoruz. Felsefeyi de, matematiği de biliyoruz, fizikten de iyi notlar alırdık elhamdülillah. Kendimizden üstteki sınıfların kitaplarını okurduk. Hepsini biliyoruz ama bu bilgiyle, sizin o şüpheciliğinizle biz o mübarek şahıslarla karşılaştık, bu gibi şeyleri gözlerimizle gördük, kulaklarımızla duyduk da ondan ‘evet' diyoruz, ondan evliyâ var, kerâmet-i evliyâ hak diyoruz.
Adam hiç görmemiş, öyle bir topluma girmemiş, itiraz ediyor.
Muhterem kardeşlerim, insanın bir ihvan grubu olması, ne güzel şeydir. Şu camideki kardeşlerin ihvan olması, kardeş olması, birbirinin yakını olması. Tanışıyor, evine gidiyor, ziyarete geliyor, birbirini seviyor. İnsanın adıyla sanıyla bir grubu olması çok güzel bir şeydir. İnsan bir yerde tek başına yaşayamaz. Almanya'ya gidersin, başka bir şehre gidersin, hiç tanıdığın insan yok, yalnız kalırsın, sıkılırsın. İnsanın sohbet edeceği, dertleşeceği, anlaşacağı, yardımlaşacağı, sevincini ve acısını paylaşacağı bir grubu olması çok büyük bir nimettir. İhvanlık çok büyük bir nimettir. Bir toplumun, bir sosyal grubun mensubu olmak çok güzel bir nimet. Bazısı bu nimete sahip değil. Hocamız bizi sevk etti, ilahiyatta profesör olduk, kendi kafama kalsaydı ben ne olacaktım?
Halk tabiri olarak ''kendi bildiğine varan, ya davulcuya, ya zurnacıya varır'' derler. Ben kendi aklıma kalsaydım tayyare mühendisi olacaktım, isteğim oydu. Bana sorarlardı ''Ne olacaksın Esad?'' diye, ben de, ''Tayyare mühendisi olacağım" derdim. Sanırdım ki tayyare mühendisi olunca çok uçacağım. Hâlbuki mühendisler aşağıda çizer bu işi. Uçan, pilot, hostes. Onlar da her gün uçuyor, gına geliyor. O zaman ki aklım olsa uçağa binmek tatlı geldiğinden desem desem ''pilot olacağım'' diyebilirdim. Ama ''tayyare mühendisi olacağım'' derdim.
Ne olacak? Tayyare mühendisi olmak veya olmamak. O da önemli, o da kıymetli bir meslek ama hocalarımız bizi böyle evirdiler çevirdiler, döndürdüler. Sonradan arapça öğrendik elhamdülillah. İlahiyat fakültesinde profesörlük nasip oldu. O grup içinde, hadis, tefsir, kelam hocaları, dergiler, yazılar, kitaplar, öyle bir toplumda, o ortamda yetiştik. Adamın tahsili liseden terk, Arapçası yok, böyle bir sosyal gruba girip bu gibi olayları da gözleriyle görmemiş. Bazıları ümmî olur. Peygamber Efendimiz de ümmi, amennâ ve saddaknâ. Ümmi ama eddebenî rabbî ve ahsene te'dîbî. ''Beni Rabbim yetiştirdi, terbiyemi, yetişmemi çok güzel yaptı" diye söylüyor. Allah ona her türlü bilgiyi vermiş.
Bir insan içinde bulunduğu toplumdan da eğitim alır, iyi bir toplum içinde bulunmanın, böyle toplum halinde olmanın faydası da o. Yeni ihvan eski ihvandan âdab öğrenir. Bizim müslümanlar bir araya gelir de güzel ahlâklı, temiz, nûrânî, rûhânî bir toplum meydana getirirse fena mı olur?
Kahvehanenin sigara dumanı mı, yoksa bu güzel nûrânî hava mı daha iyi? Adam bu havayı görmemiş, hiç haberi yok. İlimden de, modern ilimden de haberi yok. Kerâmet yoktur. Niye yoktur babam, paşam, ağam, hayrola? Hayrola ereden esti kafana bu rüzgâr böyle. Kur'ân-ı Kerîm'de var ya kerâmet, hiç Kur'ân-ı Kerîm okumadın mı? Kur'ân-ı Kerîm'de olağanüstü kaç tane olay var, Allah celle celâlühû âyet-i kerîme ile bildiriyor. Sen kafanı değiştir. ''Efendim olmaz öyle şey!'' Kur'ân-ı Kerîm ‘olur' diyor, fizikçinin lafına mı inanacaksın, Kur'ân-ı Kerîm'deki bu ayeti kerimeye mi inanacaksın? Sonra ben elbette gözümle gördüğüme inanacağım, senin inkârına mı kulak asacağım? Ben gözümle görüyorum. Olayı gözümle görüyorum, sen görmemişsin inkâr ediyorsun. Evet!
Bazen kerâmetleri söylememizin sebepleri vardır, ''sakın inkâr etmeyin.'' demek için. Bu da çok güzel bir şeydir. Tarif kısadır.
"Men üyyide bi'l-kerâmât ve guyyibe anhâ"
Kendisine kerâmet veriliyor, kerâmetleri var ama onlarla hiç ilgisi yok, nazarı dikkate almıyor, onları söylemiyor, göstermiyor, böbürlenmiyor.
"Guyyibe anha" onlardan uzak, onlarla hiç ilişkisi yokmuş gibi duruyor. İşte veli budur.
Bir başka tabiri hatırladım. Bir diğer kişi, ''veli kimdir?'' sorusuna,
"Men zaharât aleyhi'l kerâmâtü"
Veli sözünde, işinde, halinde kerametler görünen kimsedir diye cevap veriyor.
Ama:
"Men azhara kerâmâtihi fe hüve müddein"
Keramet furuşluk yapan palavracıdır, ama yapmadığı, saklamağa çalıştığı halde halinde, sözünde, işinde olağanüstülükler görülen hakiki velidir diyor. Aynı mânâ, çok güzel ifade edilmiş. İşin aslı budur. Hülasası ne sözümüzün, ''evliyâlık diye bir güzel hal vardır.'' Evliyâ; dost demek, Allah'ın dostu. Evliyâullah, veliyyullah, Allah'ın dostu. Evliyânın kerâmeti haktır, ehl-i sünnet akîdesi de böyledir. Kur'ân-ı Kerîm'de kerâmet vardır, hadîs-i şerîfte de vardır.
Hz. Ömer minberde hutbe okurken ''yâ Sâriye ile'l-cebel!'' diye İran'daki komutanına emir vermiş ve duyurmuştur. Kerâmet sahabede de vardır. Eski ümmetlerde de vardır. Şimdi de vardır, her zaman da olur. Allah'ın sevgili kulunun olduğu her yerde kerâmet olur.
Allah'ın sevgili kulları, evliyâsı kimlerdir?
Kerâmetlerle tasdiklenen, desteklenen ama onları hiç hatırında bile tutmayan, onlara aldırmayan, onları kullanmayan, onları satmayan insan. Muhretem kardeşlerim Allah'ın kendisine verdiği makamı istismar etmiyor. ''Millet de beni iyi bir şey sanacak, estağfirullah, kim bilir nasıl oldu bu, ben bir naçiz kulum, hiç bir kıymetim yok, kadrim yok, Allah'ın günahkâr, yüzü kara kuluyum.'' der, açığa çıkmasından ödü patlar, saklamaya çalışır. Saklar, göstermek istemez ama bazen de Allah kerâmeti verir de verir, böyle ortaya çıkar da çıkar. O da olur.
"Hocam evliyâullahın hepsinin kerâmeti olur mu?" Hayır, kerâmetsiz evliyâ da olur. Allah'ın evliyâsıdır, ama kerâmetini kimse bilmez. Evliyâ olduğunu bilmeyen de vardır. İmam-ı Kuşeyrî, Risale-i Kuşeyriye isimli o meşhur eserinde; "Hızır aleyhisselâm'ın bilmediği evliyâ da vardır'' diyor. O da güzel bir eserdir. Keşke bunu bitirdikten sonra bir de onu okuyabilsek. Onu okumaya başlamadık. Neden? Çünkü onun üç-dört tercümesi var. Tercüme edilmiş olan kitabı sizin okumanız mümkündür. Gerçi tercümelerde düzeltilmesi gereken yerler var. Bu oyuncak değil! Bu başka bir iş. Belki ileride okunabilir o kanaatteyim. Ama bu okuduğumuz kitap, hiç tercüme edilmemiş olduğu için bu kaynak eserden herkes istifade etsin diye fırsat buldukça aktarmaya çalışıyoruz.
Bu evliyâullah, mübarek insanlar çok edepli, böbürlenmeyi, kibirlenmeyi, gösterişi sevmiyorlar, kendilerini belli etmiyorlar. Bizim büyüklerimiz bunu bildiklerinden demişlerdir ki, ''her geceni kadir bil, her gördüğünü Hızır bil!''
Dilenci gibi görürsün, aldırmazsın, önem vermezsin ama bakarsın evliyâdır, belki Hızır aleyhisselâm'dır. Onun için dikkatli olacaksın. Allah'ın kullarını hor hakir görmeyeceksin, tepeden bakmayacaksın. Bilemezsin ki belki Allah onu senden daha çok sever. Seni sevmez, senin kötü düşüncelerini, kibrini, gururunu sevmez de onu sever. Allah hepimizi sevdiği kul etsin, sevmediği kul olmaktan bizleri korusun ve bizde ne gibi sevmediği sıfat, ahlâk, huy, hâl varsa onlardan bizi kurtarsın.
Kimisinin kibri, ucûbu, kimisinin hasedi, kimisinin gıybeti var; kimisi şöyle, kimisi böyle, herkesin kendine göre çeşitli kusurları olabiliyor. Bizim de vardır. Tepeden tırnağa, baştan ayağa kusuruz biz.
Her dem hatadır kârımız.' diyor, ne güzel söylüyor. Her dem hatadır kârımız. Aziz Mahmud Hüdâyî Efendimiz hazretleri de çok büyük bir zât-ı muhteremdir. ''Her dem hatadır kârımız,'' ‘kâr' ‘iş' demek, ''Her dem hatadır işimiz.'' ‘dem' de ‘an' demek,'' Her an işimiz hata.'' ''Çok hatalı işler yapıyoruz.'' mânasına. İşin içinde bir de çeşitli edebî sanatlar var. Kâr, ticaretten elde edilen şeye de derler, bu dünyaya gelmişiz, güya sevap kazanacağız.
"He'l edüllüküm alâ ticâratin tüncîküm min azâbin elîm"
Kâr edeceğiz güya, ''her dem hata bizim kârımız.'' Negatif kâr. Ne demek? Zarar demek. İktisatçılar bilir, zarar da ‘negatif kâr' demek.
"Mâ zaharat hâletün âliyetün illâ min mülâmezeti aslin sahîh"
Ne kadar güzel! Atasözü bunlar, übarek sözler. Bunlar matematik formülü gibi. "Mâ zaharat hâletün âliyetün." Hâlet; bir çeşit hâl demek.
Eğer müslüman kişi de yüksek bir çeşit hâl, olağanüstü bir durum zuhura gelmişse, bu nedendir?
"İllâ min mülâzemeti aslin sahîh"
Asıl da; arapça'da kök demek. ''O âlî hâl, sağlam bir köke yapışmış olmaktandır. Çürük bir kaynaktan böyle bir şey olmaz. Sağlam bir şeye yapışmış da ondan. O yüksek hâle ermiş" demek. Diyelim ki rüya görüyor, ertesi gün çıkıyor. Bir olağanüstü güzel hal var, herkesin rüyası çıkmaz. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem peygamber olmadan önce uzun zaman rüyaları böyle, gece ne gördüyse ertesi gün aynen felâk-ı subh gibi aynen zâhir olurmuş. Neden?
Gönlünün pırıl pırıl nûrâniyeti var. Onun gönlü bizim gönlümüz gibi değil; mânevî gerçekleri alacak bir gönül, kavrayacak bir gönül. Bizim de etrafımızda o dalgalar dolaşıyordur ama biz o dalgaları algılayamıyoruz. Radyo alıyor da biz o sesleri alamıyoruz. Zelzele başlamamış ama olacak; hayvan huysuzlanıyor, kişnemeye başlıyor, zincirini, kösteğini, dizginini koparıyor, ahırdan kaçıyor. Veya kedi; kapıyı tırmalıyor, cama sıçrıyor, acı acı miyavlıyor. Veya kafesin içinde kuş; bir oraya bir buraya uçuyor. Küçücük kuşcağız ama bir şey seziyor, insanoğlu sezmiyor.
On dakika, yirmi dakika sonra gümbür gümbür bir zelzele geliyor. Bazı hayvanların kabiliyetleri bazı insanlardan daha iyi. Hayvan ama kabiliyetli. Kimisinin görüşü iyi; baykuş geceleyin görüyor. Ben gündüz gözlüksüz de kırk santim öteyi göremiyorum. Baykuş geceleyin karanlıkta görüyor, delikten çıkmış fareyi hop yakalıyor. Kaplan çok uzaktan sesi, kokuyu alıyor. İnsanın yaklaştığını kokusundan alıp toz oluyor, kayboluyor. Bazı kabiliyetleri farklı oluyor.
Peygamber Efendimiz'in her rüyası çıkarmış. Bu şahsın da rüyası çıkıyor, güzel, iyi bir hâlet. Bu neden oldu acaba? Gece yatarken abdestli yatmıştır da, ondandır. Tesbihini güzel, feyizli çekmiştir de ondandır. Sağlam bir köke yapışmıştır, sağlam kökten iyi sonuç olur, çürük işten sağlam sonuç çıkmaz.
Şeyh Sadi'nin bir şiiri var:
Şemşirinik ziahenibed çünkünepkesi.
''Sanatkâr, kötü demirden iyi kılıcı nasıl yapsın?!''
Mümkün mü? Bu kötü demirden kükürtlü, piritli, uygun olmayan demirden güzel kılıcı nasıl yapsın. "Şemşirinik" güzel kılıcı "ziahenibed" kötü demirden "çünkünepkesi" nasıl yapabilir bir insan. Maya iyi olacak, yapılan, tutulan yol iyi olacak, yapılan işin aslı sünnete uygun olacak, Kur'ân-ı Kerîm'e uygun olacak, evliyânın yoluna âdetine, Allah'ın sevdiği ahlâka uygun olacak ki, güzel bir hâlet zuhura gelsin.
Muhterem kardeşlerim, buradan neyi alıyoruz? ''Gerçek tasavvufun temeli, aslı, kaynağı nedir?'' bunu öğrenmek için bu kitabı okuyoruz, okutuyoruz. Tasavvuftan bahseden binlerce insan var. Gerçek tasavvufu bilelim, gerçek tasavvufu gerçek mutasavvıflardan dinleyelim. Herkes kendisine, ''dünyanın kutbu; kutbu'l-aktâb, gavsu'l-âzam benim'' diyor. İşin aslı neymiş, bilinsin. Kitaba uygun olacak, Kitabullah; Kur'ân-ı Kerîm. Ona uygun olursa iyi bir sonuç çıkar, Efendimiz'in sünnet-i seniyyesine uyarsa iyi bir noktaya ulaşır. Uymazsa ne olur?
Bazıları şiir söylemesini, bazıları edalı laf söylemesini bilir. Bazıları lastikli, rumûzlu şeyler söyler. Aman Allah'ım! Herkes böyle dinler. Kimisi de tatlı konuları seçer, aşkullah, muhabbetullah, Allah... Kadınlar bayılır, ölürler, erkekler serilirler. Aşkullah dedi, muhabbetullah dedi.
Muhterem kardeşlerim buradan bize yine bir pay çıkıyor. Hepimiz Allah'ın âciz, nâçiz, bî-çare, yoksul, sefil, miskin kullarıyız, işin sonu önemli. Şu anda olduğun nokta önemli değil. Şu anda camidesin, namazdasın elhamdülillah. Ama sonun ne olacak, son nefes ne olacak? Ölüm kolay bir şey değil ki! Şimdi sıhhatliyken ölümün zorluğunu anlayamazsın.
''Ya Rabbi! Canımı al!'' diye yalvardığı halde yıllarca yaşayan hastaları biliyorum. İstiyor ama istiyor diye insanın canı da çıkmıyor. Kim ister Sırp'ın eline düşüp de işkence görmeyi, öleyim kurtulayım der.
''Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna ya Rab ne güneşler batıyor!''
Bu kolay bir ölüm. ‘Tak!' bir kurşun, İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn ve cennet. Kolay, bu kolay ama acaba herkesin ölümü böyle mi oluyor? Hayır. Senelerce yatalak oluyor, çok ızdırap çekiyor, ihtiyarlıyor, kötü durumlara düşüyor.
Muhterem kardeşlerim, Allah bize acısın, bizi kötü durumlara düşürmesin. Bizi sevdiği hallere sahip eylesin, sevmediği, cezalandıracağı işleri yapmağa bulaştırmasın. Huzuruna sevdiği kul olarak varmayı nasip etsin. Hüsnü hâtimelerle ahirete göçmeyi nasip etsin.
Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevs-i Âlâ'da Peygamber-i zişanımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütene'ım eylesin.