Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
143.sayfadaki 3.paragraf
Ahberenâ Ebü'l-Ferec Abdulvâhidi'bnü Bekrini'l-Versâniyyü haddesenâ Ebu'l-Ezheri'l Meyyâfârikîniyyü kâle semi'tü Fetha'bne Şahrafin yekûlü haddesenî Abdullahi'bnü Hubeykini'l-Antâkiyyü Ebû Muhammedin ve evvelü mâ lakîtühû bi-ezene kâle lî; yâ Horâsâniyyü innemâ hiye erbeun lâ gayrü
Ahberenâ "Şu malûmatı bize haber verdi."
Kim?
"Ebü'l-Ferec" künyeli, "Abdü'l Vâhid" isimli, Abdü'l-Vâhid b. Bekrini'l-Versânî, "Versânî" nisbeli alim haber verdi.
Haddesenâ Ebu'l-Ezher el-Meyâfârikîniyyü. "Ebü'l-Ezher künyeli Meyâfârıkîn'li şahıs da buna hadîsi rivayet etmiş.
Meyâfârikîn neresidir?
Bizim Anadolu'daki Diyarbakır'ın Silvan'ı, eski adı Meyâfârikîn'dir; oralı.
İslâm'ın ilk devirlerinden beri, orada böyle alimler yetişmiştir, İslâm diyarıdır, köklü bir yerdir. Orada aynı zamanda, "Mâlâbâdî köprüsü" diye muazzam güzel, mimarlık harikası, yüksek temelli, müthiş bir köprü var.
Tabi büyük mücahit Selahaddin-i Eyyûbî hazretlerini de çok seviyoruz. Haçlılardan Kudüs'ü kurtardı. Kudüs'ü kurtarıncaya kadar yüzü gülmemiş, daima gamlı gezmiş, gülmemeye ahdetmiş. "Çok ciddi bir alim" diye seviyoruz. Orada bir cami yaptırmış; benim çok hoşuma gitti.
İnsan belde belde gezdikçe Anadolu'yu seviyor. " Bizim Tarsus'umuz, Silvan'ımız meğerse neymiş!" diye insanın hoşuna gidiyor. Tarihten duyduğu meşhur isimlerin oralarda bulunduğunu, oralara imza attığını; "Burası İslâm diyarıdır." diye cami yaptırdığını duydukça insan seviniyor. Bunlar güzel şeyler.
Bugün orada kendisini kürt sanan bazı insanlar, kardeşler var. Belki onlar o Arap fatihlerin torunları ama işin farkında değiller. İşler karışmış.
Yazık! Karıştıranlar, fitneyi çıkaranlar, fitneye uyanlar var; o da ayrı bir şey.
Silvan'lı, Meyâfârikîn'li.
Meyâfârikîn ne demek?
Meyyâfârikîniyyü, uzunca bir isim; kuyruklu, kanatlı; biraz da acayip.
Aslı Miyah imiş. Miyah "sular" demek, "fârikîn sularının olduğu yer."
Demek ki iki üç dere var; ondan o ismi almış olduğunu tahmin ediyorum.
Kâle semi'tü Fetha'bne Şahrefin. "O da bu rivayeti Feth b. Şahref isimli şahıstan duymuş." Yekulü: "O da diyordu ki." Haddesenî Abdullahi'bnü Hubeykinü'l-Antâkiyyü. "Bana Abdullah b. Hubeyk el-Antâkî söyledi."
Ne söylemiş?
Hayatını okuduğumuz şahsı burada karşımızda görüyoruz. İki tire arasına almış.
Ve-evvelü mâ lakîtühû bi-ezene demiş.
Ne demek bu?
Evvelü mâ lakîtühû. "İlk defa onunla karşılaştım."
Bu Antâkî ile ilk defa nerede karşılaşmış?
Bi-ezene
Neresi?
Bizim Adana.
Adana'yı nasıl yazmış?
Elif, zel, nun, he ile ezene diye yazmış. Biz şimdi Adana diyoruz. A harfi yapmışız ama aslında Ezene. Üzün gibi sanki veyahut da Anadolu'nun bir çok yerinde ezine kelimesi vardır; Farsça'da ezine veya azine, "Cuma günü" demektir.
Cuma günü milletin mallarını alıp getirdiği, pazar kurduğu alışveriş yaptığı köylerin adına ezine demişlerdir.
Ezine pazarı; "Cuma pazarı" demek. Pazarını kaldırmışlardır, ezine veya âzine kalmıştır. Belki bu ezene böyle zel ile karşımıza çıkınca Cuma kelimesinden geldiği anlaşılıyor. Bakalım kitabı neşreden Nurettin b Şüreybe Adana'yı nasıl anlatmış? Bizim bildiğimiz Adana'mızı dinleyelim bakalım nasıl anlatıyor:
Ezene alâ vezni haşebe. "Şu vezinde." diyor; bizim okuyuşumuzu göstermeye çalışıyor.
Mevdıun min-suğuri'ş-Şâm. "Şam'ın hudutlarında bir şehir, bir mevki." diyor.
Neyi hatırlayacağız?
Araplar "Şam" kelimesini bizim kullandığımız mâna ile kullanmazlar.
"Şam" deyince bizim aklımıza gelen, Suriye'nin başşehridir. Araplar ona "Şam" demezler; Dımaşk derler. Avrupalılar Damaskus diyorlar. Dimaşk, Damaskus o şehrin adı. Biz "Şam" demişiz
Raplar bizim Şam dediğimize Şam dediğimize Şam demiyorlar da neyi kast ediyorlar hiç yazın kuzeyinde kalan kocaman geniş bölgeye Şam diyorlar. O nereden geliyor sol kelimesinden geliyor. Sanırım birkaç defa anlatmıştım. İnsan yüzünü güneşin doğduğu tarafa döndü mü orası doğu olur. Arkası batı. Maşrık, mağrib. Yani şark, garb demek. Sağ taraf yemîn.Arapçada sağ taraf yemîn demek. Oraya Yemen demişler.
Bütün o bölge; Irak, Suriye bizim Anadolu'nun güneyi, Güneydoğu Anadolu ve Akdeniz bölgesi, hepsi onlar için Şam'dır, bölge adıdır.
Şam, kocaman bir bölgenin adıdır. "Şam'ın hudutlarından bir belde." diyor.
Anlıyoruz ki Adana'ya kadar gelmişler, ova olduğu için fethetmişler ama Toros dağlarını geçmek kolay bir şey değil. Anadolu'nun fethi çok uzun sürmüştür. Asırlarca cihat ede ede, düşmana karşı koya koya o mücahitler neler çektiler. Hepsinin kaleleri var; modern, imkânları geniş. Bu gün Anadolu'nun eski şehirlerini gezdiğimiz zaman görüyoruz. Koca koca kesme taşlardan muazzam şehirler yapmışlar. Muhteşem mimari eserleri var.
Antalya'da Perge, Aspendos, Isparta yakınlarında Ağlasun, Efes vesaire... Hepsi nasıl böyle koca koca iki adam boyu, bir adam boyu taşlardan yapılmış, muhteşem surları olan şehirler, beldeler, kasabalar. Müslümanlar bunları yavaş yavaş, cihat ede ede fethetmişlerdir.
"Şam hudutlarında bir mevki adı" diyor; Adana'yı böyle tarif ediyor, böyle anlatıyor. Ve peltek z ile yazıyor. Elif, ( hemzeli elif) e, peltek z, eze, nun, he.
Bizim Adana dediğimiz şehri ezene diye yazıyor.
Bu zât, Abdullah b. Hubeyk el-Antâkî'yi Adana'da görmüş.
Kâle lî. "Bana dedi ki." diyor.
Bu mübarek zâtın nasihatini söyleyecek.
Kâle lî yâ Horâsâniyyü. "'Ey Horasan'lı!' Horasan'dan gelme genç, delikanlı, adam, çocuk!"
Neyse hangi yaştaysa onu demek istiyor.
Demek ki bu onun yanında daha genç.
İnnemâ hiye erbaun lâ gayrü. "Senin istediğin dört şeydir."
Muradına ermen için dört şey lazımdır, başkası değil.
İnnemâ edat-ı tahsîs'tir,
Hiye "onlar" senin işine yarayacak şeyler,
Erbaun. "Dört tanedir."
Başka değil.
Bunun işine yarayacak olan dört şey neymiş?
Bu râvi ne istiyor?
Tabi Allah'ın rızasını istiyor, evliyâlık istiyor, Allah'ın sevgili kulu olmak istiyor. Abdullah b. Hubeyk el-Antâkî de büyük bir sûfî olduğu için onun yanına gitmiş. İlk defa Adana'da karşılaşmışlar. Ona nasihat ediyor:
"Senin ihtiyacın olan dört şeydir." diyor.
Neymiş o dört şey?
Aynüke, lisânüke ve kalbüke ve hevâke. "Bir, gözün. İki, lisanın dilin. Üç, kalbin. Dört, hevan."
Hevâ-i nefs diyoruz; "nefsinin hevası."
Dört şey önemli...
Fe'nzur ayneke. "Gözüne dikkat et!" Lâ tenzur bihâ ilâ men lâ yehıllü leke. "O gözünle sana helal olmayan şeye sakın bakma."
Gözüne dikkat et, sahip ol da, helal olmayan şeye gözün bakmasın! Bir, bu. Göz harama bakmayacak!
Ve'nzur lisâneke. "Diline de bak!"
Diline de sahip ol, dikkat et.
Lâ tekul bihî şey'en ya'lemu'l-lâhu hilâfehû min-kalbike. "Allah'ın senin gönlünde onun aksi bir fikir olduğunu bildiği şeyi dilinle söyleme."
Gönlün kalbin başka, dilin başka olmasın. Allah biliyor ki kalbinde başka bir şey var. Sen onu söylemiyorsun, başka bir şey söylüyorsun.
Allah'ın, senin söylediğinden farklı onun hilâfına kalbinde bir şey olduğunu bildiği sözü dilinle söyleme, münafık olma. Kalbinde niyetin başkayken dilinle başka şey söyleme; ikisi birbirine denk olsun. Kalbinde ne varsa dilindeki de o olsun. Kalbin başka, dilin başka olmasın demek istiyor. Allah orasını biliyor.
Ve'nzur kalbeke. "Kalbine de bak, dikkat et!"
Lâ yekün fîhi ğıllün ve lâ hıktün alâ ehadin. "Onun içinde herhangi bir kimseye karşı kıskançlık, kin ve karışık, kötü bir fikir olmasın!" Alâ ehadin mine'l-müslimîn. "Kalbinde müslümanlardan herhangi birisine karşı kin veyahut bozuk bir duygu olmamasına da dikkat et!" Ve'nzur hevâke. "Arzuna da, hevâ-i nefsine de bak, dikkat et!"
Lâ tehve şey'en mine'ş-şerri. "Arzuna da sahip ol, kötü bir şeyi arzu etmemeye de dikkat et."
Canın elma isteyebilir, helva isteyebilir, üzüm isteyebilir; "Tamam, al ye!" Soğuk su isteyebilir; "buyur!" Dondurma istedi; "al!"
Ama şer isteme; kötülük, günah isteme. Hevâna, arzuna dikkat et; kötü bir şeyi arzu etme!
"Bak ey Horasanlı delikanlı! Yanıma sokulmuşsun, gelmişsin, benden nasihat istiyorsun. Dört şey senin için çok önemlidir. Gözün, dilin, kalbin, arzun.
Gözüne dikkat et; sana helal olmayan şeye bakmasın! Lisanına dikkat et; içinde başka duygular varken lisanın o duyguların hilafına başka laf söylemesin! Kalbine dikkat et; müslümanlara karşı senin kalbinde herhangi bir kin ve kötü duygu olmasın! Arzuna dikkat et; şerden, kötülükten bir şey arzu etme!" diye nasihat ediyor.
Fe-izâ lem yekün fîke hâzihi'l-erbau'l-hisâlü kad şakîte. "Eğer sende bu dört durum yoksa kötü, şakî bir insansın, demektir."
Arapça'da şakî ne demek?
"Saîd olmayan, Allah'ın yolunda olmayan" demek.
İnsanlar ikiye ayrılır:
Ve minhüm şakiyyün ve saîdün. "Bir kısmı şakîdir, bir kısmı saîddir."
Şakî'nin cem'i, çoğulu eşkiyâ gelir; saîd'in cem'i süedâ gelir.
İnsanlar Berat gecesinde ya şakîler ya saîdler defterine yazılırlar.
Şakî ne demek?
"Allah'ın emrini tutmayan, Allah'ın yolunda olmayan; başına Allah'ın cezası gelecek, cehenneme düşecek olan kimse" demek.
Saîd ne demek?
"Allah'ın yolunda olan, Allah'ın emrini tutan, âhirette mükâfâta erecek kimse" demek.
"Sende bu dört vasıf, dört durum yoksa bil ki sen kötü bir durumdasın, şakîler divanına yazılırsın." diyor.
Kâle ve semi'tühû yekûlü. "Aynı râvi dedi ki; 'O'nun şöyle dediğini de duydum.'"
"O'nun" dediği kimse terceme-i hâli okunan Abdullah b. Hubeyk el-Antâkî.
Şöyle demiş:
İzâ dene'r-racülü'l-kâriü min-ma'siyetin. "Kur'an ehli olan bir adam bir günaha yaklaşınca." Yekûlü'l-Kur'ânü fî cevfihî. "İçindeki Kur'ân-ı Kerîm ona der ki." Mâ li-hâzâ hameltenî. "Sen beni bu işi yapmak için almadın, yüklenmedin."
Madem Kur'an ehlisin, bunu yapmaman lazım. Beni ezberledin, yüklendin, içine aldın. Bu günahı yapmak için mi beni içine aldın?
"Madem içinde Kur'an var; Kur'an yolunda yürü! Kur'an ehli olan bir kimse bir günaha yaklaştı mı, içindeki Kur'an kaşlarını çatar ona böyle der." diyor.
Şimdi gramer izahı verelim.
İzâ dene'r-racülü'l kâriü min-ma'siyetin.
Denâ yaklaşmak fiili min harf-i cerriyle kullanılır. Bu, Arapça'nın inceliğidir. Bunu bilmeyenler tercemeyi doğru yapamaz.
İzâ dene'r-racülü'l kâriü min-ma'siyetin. "Kur'an okuyan, Kur'an ehli olan, hafız olan bir adam günaha yaklaştığı zaman."
Harfiyen terceme etsek nasıl tercüme etmemiz lazım?
"Kur'an okuyan bir adam, günahtan yakınlaştığı zaman" diye söylüyor ama işte böyle kullanılır.
Bunlara idiom tabir diyoruz. Her dilin kendine göre bir tabiri vardır.
Biz "Bir şeye yaklaşmak" diyoruz. "Kapıya yaklaştım, pencereye yaklaştım, o adama yaklaştım." E hâliyle söylüyoruz. Bunlar 'den' kapıdan yaklaştım, pencereden yaklaştım, adamdan yaklaştım diyor. Bu da lisanın bir farkı.
Ne yapalım? O bizi garipser, biz onu garipseriz. O bizim Türkçe'yi öğrendiği zaman;
"Allah Allah, şu Türklere bak! 'Kapıdan yaklaştım.' demiyor da 'Kapıya yaklaştım.' diyor, 'Türklerin ne biçim mantığı var?'" diye o da bizi garipseyebilir.
Ama lisanı öğrenen bunları iyi bilirse o zaman güzel konuşur. Yani şaşırmaz; konuştuğu zaman da güzel konuşur.
Kârî' ne demek?
İza dene'r-racülü'l kârî.
Kârî' aslında kıraat kelimesinden geliyor, "okuyan" demek.
Mesela rahmetli Mehmet Âkif, Safahat'ın baş tarafına bir şiir yazmış.
Diyor ki:
Bana sor sevgili kârî' sana ben söyleyeyim.
Ne hüviyetle karşında duran şu eş'ârım.
"Ey okuyucu! Başkasına sorma, bana sor, kitabın içindeki şiirlerim nasıl şiirlerdir; sana ben söyleyeyim."
Kârî', "okuyan" demek.
Tabi bunu bilmeyen o kelimeyi "karı" okur. Bu inceliği bilmezse "Bana sor, sevgili karı, sana ben söyleyeyim" gibi okur, yanlış bir şey olur.
Tabi Arapça'da kârî' kelimesinin bir başka mânası daha var; "Kur'ân-ı Kerîm'i ezberleyen" demek. Kur'an kelimesi de zaten karaa kökünden; kârî' kelimesi de oradan ism-i fâil. "Kur'an'ı bilen, okuyan" demek.
İzâ dene'r-racülü'l kâriün min-ma'siyetin. "Kur'an ehli bir adam günaha yaklaştığı zaman." Yekûlü'l-Kur'ânü fî cevfihî. "İçindeki Kur'ân-ı Kerîm ona ihtar eder; 'Sen bu günahı işlemek için beni yüklenmedin, beni öğrenmenin sebebi bu günahı işlemek değil, ayağını denk al, yapma bu günahı!' diye seslenir."
Bu sözü herkes duyar mı?
Duymaz.
Bazı şeyleri görmek için başka türlü bir göze sahip olmak, bazı şeyleri duymak için başka türlü bir kulağa sahip olmak, bazı şeyleri hissetmek için de başka türlü bir kalbe sahip olmak lazım.
Bu ne zaman oluyor?
Allah bir kaabiliyet verdiği zaman oluyor.
İbrahim b. Edhem hazretleri, Horasan'da, Belh şehrinde padişah iken elinde ok ve mızrakla avlanmaya çıkmış. Geyik önde gidiyor; bu da atını sürüyor. Biz dıgıdık diyoruz ama ona ne ses geliyormuş? İntebih, intebih, intebih! diye ses geliyormuş.
İntebih ne demek?
"Uyan, uyan intibaha gel." demek.
Yine sürmeye devam etmiş. Geyik durmuş, dönmüş:
E li zâlike hulikte, en bi zâlike ömürte. "Sen bu işi yapmak için mi yaratıldın be adam! Senin yaratılış sebebin bu mu, yoksa Allah sana Kur'ân-ı Kerîm'de bunu mu emretti?"
Keyif için ata bineceksin, keyif için zavallı hayvanları öldüreceksin; sen bunun için mi yaratıldın, sana Kur'an'da Allah bunu mu söyledi?"
Bindiği atın eyerinden; "Uyan, uyan!" diye ses geliyor.
İnsanla konuşması mutat olmayan geyikten, ceylandan kendisine böyle ikaz geliyor:
"Bunun için mi yaratıldın sen, yaradılışının gayesi bu mu, yoksa Allah sana bunu mu emretti? Bırak bu şeyleri!"
Tabi böyle olağanüstü şeyleri duyunca attan inmiş; "Allah Allah, ne oluyor?" diye intibaha gelmiş, uyanmış. Attan inmiş, atını bir yere vermiş, elbiselerini çobana vermiş. Horasan'ı terk etmiş, gitmiş.
Hocam böyle şey olur mu?
Allah bir insanın hidayetini murat ettiği zaman böyle olağanüstü şeyler olur.
Peki bu şeyler nasıl oluyor?
Hakikaten o geyik mi konuşuyor, o eyer mi konuşuyor, o semer mi konuşuyor, kamçı mı konuşuyor?
Allah konuşturunca konuşur.
Netice itibariyle beyni onu öyle algılıyor.
Beynin bir sesi algılaması nedir?
Ses dalgaları kulağa geliyor. Ben konuşuyorum, mikrofon çoğaltıyor. Netice itibariyle sizin kulağınıza ses dalgası gidiyor. Ses dalgası kulağınıza gelince kulağın kıvrımlarında toparlanıyor, kıvrım içeri gidiyor. Kıvrımın şekli içeriye doğru. Hava gidiyor. Havayı böyle topluyor. Koridorun sonunda kulak zarı var. Ses dalgaları kulak zarına gidiyor. Kulak zarını titreştiriyor. Nasıl davulun bu tarafına vurduğun zaman; "Güm, güm, güm!" öbür tarafı "Zır, zır, zır!" titrer. Nasıl sen buradan kapıyı hızlı kapattığın zaman pencerenin perdesi oynar.
İşte öyle bir şey oluyor. Kulak zarı, irili ufaklı titreşiyor. Kulak zarının arkasına yapışmış kemikçikler var. Örs kemiği, çekiç kemiği vesaire. Onlar kıpırdıyor. O kıpırtılar beyine sinyal olarak iletiliyor. Oradaki sinirler vasıtasıyla beyine elektrikli bir sinyal gidiyor. Beynin hücresi de, duyma hücreleri de o sinyalleri alıyor.
İçerisi karanlık kutu; beyin dışarısını hiç görmüyor. Kalın bir kemik var; insanın kafası kalın. Kuzuyu filan biliyorsunuz. Diyorlar ki; "Şunun beynini çıkar, kırıver." Pat pat pat vuruyorsun. Kafasını kıracaksın, beyni çıkacak, pişirip yiyeceksin.
Allah, beyni çok sağlam yere koymuş. İnsanın kalın bir kafası var, içerideki dışarısını görmüyor; zifiri karanlık. Dışarıyla ancak sinirlerle bağlantısı var. Dışarıdan sinirler sadece beyne sinyal getiriyor. Sinyallerin boyutundan, titreşiminin cinsinden duyma hücreleri bir şeyler duyuyor, görme hücreleri bir şeyler görüyor.
Ne bu ışıklar gözden beyne gidiyor ne bu ses dalgaları, zardan öbür tarafta beyni sarsıyor. Beyni sarsmıyor. Işık, ses dalgası beyne gitmiyor; sinyal gidiyor. Sinyal gidince beyin onu değerlendirmeye alışmış. Dışarıdan gelen sinyalin cinsinden dışarıyı tefsir ediyor, açıklıyor. Biz ona; "Görmek, işitmek" diyoruz.
Alışmışız; bu işin nasıl olduğunun da farkında değiliz, hayret etmeyi bile unutmuşuz. Halbuki hayret edilecek bir şey.
"Vay vay! Ne maharet, ne maharet!" deyip hayret bile etmiyoruz.
"Allah Allah! Dışarıyı nasıl görüyor, değerlendiriyor; sesi nasıl duyuyor, tadı nasıl alıyor, nasıl hissediyor?"
Bir esrarengiz dünyadayız, âlemdeyiz. Esrarlı bir kâinatın içindeyiz. Her şey böyle esrar içinde giderken hiç bir şeye hayret edilmez.
Neden?
Madem bir elektrik sinyalidir, Allah elektrik sinyalini beyne bir başka yerden gönderir; beyin o zaman onu duyar. Allah ona dışarıdan sinirin getirmediği bir elektrik sinyalini gönderirse o zaman öyle duyar, öyle görür.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.