Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Ve kâle "râviler demişler ki;"
Min ğafleti'l abdi en yeteferraga min emri rabbihî ilâ siyâseti nefsihî.
Hamdûnu Gassar hz. buyurmuş ki; "Kişinin gafletinin alâmetidir, gafletindendir."
Ne yapması?
En yeteferrağa min emri rabbihî. "Allah'ın emrini tutmaktan uzak kalması, boş kalması, onu yapmaması." İlâ siyâseti nefsihî "Nefsinin idaresine güvenmesi, Allah'ın emrine dayanmaması onun gafletindendir."
İnsanoğlu; "Ben düşüneyim, taşınayım, kendi menfaatimi arayayım, bulayım. Kendi işimi kendim göreyim, ihtiyacımı kendim karşılayayım." diyor. Onun için çalışıyor. Ama yaratan, nasip eden, mukadder eden Allah. Allah'ın emrine teslim olmuyor. "Kendi işimi kendim göreyim." diyor.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
"'Kendi işimi kendim göreyim.' diyene, Allah 'ne halin varsa gör! Hadi, yap bakalım yapabileceksen!' der. Allah'a tevekkül edene yardımcı olur."
Kul, Allah'a dayanacak, Allah'a tevekkül edecek. Tevekkül edene, Allah yardımcı olur; "Ben kendi işimi kendim görürüm." diyene, "hadi bakalım nasıl göreceksen gör." der, salıverir, yardım etmez.
Onun için tevekkül, Kur'ân-ı Kerîm'de bize çok âyet-i kerîmelerde emredilmiştir. Allah'a dayanacağız, Allah'a tevekkül edeceğiz, Allah'ın emrini tutacağız. Sonunda korkmayacağız. O bizim işimizi döndürür, dolaştırır, evirir, çevirir, onarır, başarır, ikram eder. Sen Allah yolunda yürürsen, Allah senin için çok çok hayırlı işler yapar.
Bunu bir küçük, anlaşılır hikayemsi şekilde açıklayalım. Hep lafta, nazariyatta, teorik olarak kalmasın.
Büyüklerimiz anlatırdı. Herhalde olmuş bir hadise ki kitaplara geçmiş, menkabe olarak yazılmış.
Adamın birisinin başına cuma günü bütün işler toplanmış. Değirmene gidecek, ununu götürecek, buğdayını götürecek, öğütecek, getirecek. Evde ekmek kalmamış, un kalmamış, çoluk çocuk ağlaşıyorlar; "açız" diye. O gün gidecek, değirmende buğdayı öğütecek de, gelince evde ekmek yapılacak da, çocuklar ağlamaktan kurtulacaklar.
Bir; değirmene gitme işi var. Şimdi ki gibi süper market yok, buğday yok, kendisi yapacak bu işi; eski zamanın şartları öyle.
İki; koruda hayvan var, gidip alınacak, alınmazsa orada bırakılırsa kurtlar parçalayabilir.
Üç; ayda bir nöbet gelen sulama işi var, bahçesini sulama işi o gün. Bahçesinin başına gider, arkı açar, bahçesini sularsa, su o gün onun nöbeti, bahçe sulanacak. Sulanmazsa, bir ay daha sonraya kalacak. Zaten bir ay evvel sulanmış, bahçe kuruyacak.
Bu cuma gününde adam, bahçenin kurumaması için sulamaya mı gitsin. "Bineğini, eşeğini kurt yemesin." diye koruya gidip eşeğini mi alsın hepsi bir başka yerde. Buğday çuvalını götürüp değirmene alelacele öğütüp evine un mu getirsin? Çocuklar ağlıyor, cuma günü bir de cuma namazı var.
Bu adam ne yapsın?
Hikâyeyi yazan kitaplar şöyle anlatıyorlar.
Düşünmüş, taşınmış, demiş ki; "Birisine gitsem ötekisi kalacak. Ötekisine gitsem berikisi kalacak. Hepsini birden yapmak mümkün değil. Bugün cuma, cuma namazına gideyim" demiş.
Cuma namazına gitmiş.
Cuma, mü'minlere farz.
Yâ eyyühe'llezîne âmenû izâ nûdiye li's-salâti min yevmi'l-cümuati fes'av ilâ zikri'llâhi ve zerü'l bey'.
"Alışverişi bırak, işi gücü bırak; cuma namazına gel." diyor Allah.
Cuma namazına gelmiş. Allah'ın emrini tutmuş.
Kendi işlerini ne yapmış?
Ne yapalım, işlerin hepsinin hakkından gelmesi mümkün değil. İşler birikti, olmuyor, imtihan. Cuma namazını kılmış. Cumadan sonra evine varmış. Kapıdan korka korka giriyor, hanım açacak ağzını, yumacak gözünü.
"Be adam, neredeydin? Çocuklar ağlıyor, evde iki gündür ekmek kalmadı, yiyecek yok!" diyecek, diye korkuyor.
Kapıdan içeri girmiş, hiç öyle bir şey yok; çocukların sesi de kesilmiş.
Bağırtı da yok, hanımdan cıngar da yok. İçeri girmiş ekmek de kokuyor. Allah Allah!
"Yahu hanım, hayrola, ne oldu?"
"Sorma, sen cumaya gittin. Bizim komşu değirmenden geldi. Bir de baktım ki bizim çuvallar. 'Yahu komşu, bu çuvalların deseninden, şeklinden, şemalinden belli; bu çuvallar bizim, sizinkiler değil.' dedim. 'Ha, öyle mi? Hay Allah, alın çuvalınızı, ben bizimkileri almaya gideyim' dedi" diyor.
Ha! Bak, Allah yanlışlık yaptırdı, başkasına buğdayını öğüttürdü. Yanlışlık değil, hikmetli iş. Buğdayını gönderdi.
Onlar hanımıyla konuşurken, dışarıda bir kişneme duyuyorlar. Aa! At kösteğini koparmış, bağından kurtulmuş, çitten atlamış. Yolu biliyor, dıkıdık dıkıdık bahçeye gelmiş, kişniyor. "Ben geldim" diye sahibine haber veriyor. Tamam, o iş de halloldu.
Hangi iş kaldı?
Acaba bostandaki ziraat ne oldu?
Domatesler, patlıcanlar, biberler, mahsuller ne oldu?
Biraz sonra komşusu gelmiş:
"Selamun aleyküm."
"Aleyküm selam."
"Bugün senin bahçeni sulama günündü, unuttun mu?"
"Unutmadım."
"Niye gelmedin sulamaya?"
"Ne yapayım, bir sürü işim vardı. Hangi birisine gideceğimi bilemedim, gelemedim. Ne olursa olsun."
"Ama sulamayınca bahçen kuruyacaktı."
"Eh, ne yapalım, öyle oldu." deyince;
"Hadi hadi, üzülme, ben senin gelmediğini görünce, arkı açtım, bahçeni de sulayıverdim" demiş.
Allah böyle yapar. Allah'ın kuluna nasıl yardım ettiğini, bu hikayeyi söyleyince herkes anlıyor. Vaaz kürsüsünde gel de, hikayeyi anlatma. Ötekisini söylediğin zaman, kolay anlamıyor veya tereddüt ediyor veya itimat edemiyor. Ama böyle hikayeyi anlatınca; "Buna benzer bir olay benim de başımdan geçmişti" diyor, o zaman aklı başına geliyor.
Allah, kendisine itaat eden, emrini tutan, samimi kuluna bu şekilde yardım eder. "Kendi işimi kendim göreceğim" diyen kuluna da; "hadi bakalım, gör bakalım" der.
Hangi birini göreceksin? Bir sürü iş. Birisine gitsen ötekisi kalacak.
Onun için Allah'a tevekkül edeceğiz, Allah'ın emrini tutacağız, Allah'ın yolunda yürüyeceğiz. Hikaye hatırda kolay kalır; siz buna göre hareket edin.
Hamdûnu Kassâr hazretleri ne güzel sözler söylüyor!
Kale ve kâle Hamdûn.
Buyurmuş ki;
Lâ yeczeu mine'l-musîbeti illâ men yettehimu rabbehû.
İnsanın başına musibet gelir mi?
Gelir.
Neden gelir?
Allah takdir ettiği için gelir.
Kötü kullara gelirse "Oh olsun!" da, iyi kullara da gelir mi musibet?
İyi kullara da gelir. Hatta peygamberlere en çok gelir. Evliyâullaha derecesine göre gelir, salihlere gelir. Firavunlara, Nemrutlara hiç gelmemiş. Başı ağrımamış heriflerin. Öyle giderken giderken, Azîzün Züntikam Allah, cezayı birden patlatmış, gafletten uyanmamışlar.
Bu ne demek?
"Rabbini seven, Rabbini bilen, ârif olan kul, başına gelen musibetten hoplayıp zıplamaz" demek. "Sabreder, sineye çeker, mütahammil olur, edebini bozmaz" demek.
Bir kul, bir musibetten dolayı edebini bozuyorsa demek ki Rabbini itham ediyor. "Bana haksızlık yaptın!" gibi bir duygu içinde demek ki. Halbuki ötekisi; "Rabbimin işinin bir sebebi, hikmeti vardır, her şeyi yerindedir" diyebiliyor.
İbrahim Hakkı Erzurûmî ne diyor?
Neylerse güzel eyler, diyor.
Bazen musibet verir; o da güzel.
Mevla görelim neyler.
Neylerse güzel eyler.
Evliyâullah böyle demiş:
Hoştur bana senden gelen,
Ya goncagül, yahut diken.
Goncagülü herkes sever de, dikeni sevmez.
Allah'ın kaderi sevilmez mi?
Allah'ın kaderi. Hepsinin bir hikmeti var. İnsanın, Allah'ın kaderine itirazı olmaması lazım.
Demek ki, ceza' ve feza' ne demek?
"Heyecanlanmak, itiraz etmek, tahammülsüzlük göstermek" demek.
Bu tahammülsüzlüğü kim gösterir?
Rabbini itham eden kimse gösterir.
Rabbine itimadı olan kimse böyle yapmaz, sakin durur. "O'nun bir bildiği vardır" der.
Evliya Çelebi, Seyahatnâme yazmış. Hoş bir adam, roman gibi ciltlerle seyahatlerini, macerasını yazmış. Bir yerde okumuştum.
Şam'da -Dımaşk'ta- arkadaşlarıyla sözleşmişler, bir yerde buluşacaklar. Aksakallı ihtiyar bir adam, bastonuyla buna bir girişmiş. Bizim Evliya Çelebi'nin kafasını gözünü yarmış, canına okumuş, kolunu kanadını kırmış. Bastonu vura vura Evliya Çelebi'yi hastanelik etmiş. Osmanlı terbiyesi var Evliya Çelebi'de "gık" demiyor.
Karşısındaki adam aksakallı, nurlu bir kimse diye, "gık" dememiş.
Kendisi yazıyor:
"İyice patakladı beni ama 'gık' demedim" diyor.
Hiçbir şey söylememiş, tahammül göstermiş. Büyük sakallı bir zât, mübarek bir kimse. Dövüyor! Döver. Osmanlı terbiyesi bu. Şimdi olsa anasına babasına bile "sen bana tokat vurdun!" diyor, evden çıkıp gidiyor.
İşin aslı sonradan anlaşılmış. Kendisi hikmetini anlamış da o yazıyor, -o maceranın orasını burasını nereden bilecektik- Seyahatnâme'sinde yazıyor. Öyle ki buluşacağı -öteki yeniçeri, asker- arkadaşları hovardalığa gitmişler. Bunlar güya hacca gidiyorlar. Ama insanoğlu her zaman nefis sahibi. Şeytan da etrafında dolaşıyor. Şam yolunda, Şam'da öteki herifler eğlenmeye, hovardalığa gitmişler. Bunu da çağırmışlar; "Bu akşam bir yere gideceğiz; sen de gel" diye. Bu da dayağı yediği için hastanelik olduğundan gidemedi. Sonradan öteki o içki içenler, hovardalığa gidenler zaptiyeye tutulmuşlar, yakalanmışlar, çok beter olmuşlar.
"O zâtın -evliyâdan bir kimseydi- beni dövmesi, meğerse beni kurtarmak içinmiş" diyor.
Allahu Teâlâ hazretlerinin de işleri böyledir; belli olmaz. Adama; "sen bana niye baston vuruyorsun?" diye itiraz etseydi, başka türlü olacaktı. Öbür arkadaşlarının yanına ulaşsaydı, onun da sonu kötü olacaktı. Ötekiler yakalanmış, kafaları kesilmiş, katledilmişler. Bu, ölümden kurtulmuş. Dayakla ölümden kurtuluyor.
Onun için ârif olan musibetin karşısında itiraza kalkışmaz. Ceza' ve feza' yani tahammülsüzlük, feryad ü figan göstermez; sabr-ı cemîl gösterir, evliyâlığını, ârifliğini gösterir.
Böyle yapmayanın Rabbinin işine itimadı yok da, Rabbini itham ediyor da ondan itiraz ediyor.
Niye böyle yaptın? Sen ondan iyi mi bileceksin? Vardır bir bildiği.
Kâle ve kâle Hamdûnü. Yine aynı râviler demişler ki;
Hamdûn hazretleri şöyle söyledi;
El kıyâsetü tûrisü'l ucb. "Zeka, kendini beğenmişlik meydana getirir." diyor.
Elhak doğrudur. Bir adam akıllı mı, zeki mi; kibrinden, ucubundan yanına yanaşamazsın. Zeki çünkü aklının iyi olduğunun kendisi de farkında.
El kıyâsetü. "Zekilik, zeka, akıllılık, ne yapar?" Tûrisü'l-ucb. "İnsanda ucub hâsıl eder."
Ucub hâsıl etmemesi için insanın tasavvufî bir terbiye görmesi lazım. Yoksa alimlik, diplama, zeka, sınıf birinciliği, insanı mahveder.
Ben arkadaşlara söylüyordum; sınıf birincileri çok fena olur.
Neden?
Sınıf birinciliğinin kendisine verdiği kibirden, gururdan bu çocuk nasıl kurtulacak? Kurtulamazsa helak olur. Herkese tepeden bakar, kibirli, onurlu bir kişi olur.
En iyisi, biraz ortalardan gidip de hiç kibre düşmemek. Veyahut da sınıfın birincisi olmuşsa; "bunu veren sensin yâ Rabbi. Bende bir şey yok. İstersen bir anda alırsın zekamı, aklımı, divane edersin, beni zincirlere bağlarlar, Bakırköy'e gönderirler. Zeka da senden; o da bir nimet yâ Rabbi! Aman beni kibre, ucuba düşürme!" demesi lazım.
Bu alimlerin, profesörlerin, müderrislerin, koca kavukluların, büyük sarıklıların, sırmalı cübbelilerin, eskiden beri kendini beğenmişliği çok olmuş. "Ben, ben, ben!" demişler. "En büyük benim!" demişler.
Padişahın birisi merak edermiş:
"Ya şu alimlerle, müderrislerle, sûfîlerin arasındaki fark nedir?"
Veziri demiş ki;
"Padişahım, müsaade buyurun, ben size bunu göstereyim."
Bir ziyafet vermiş. Şehrin alimlerini, ulemâsını çağırmış, o devrin büyük zâtları, müderrisler, hepsi gelmişler. Yemek yemişler. Çıkarken padişaha demiş ki;
"Sen benim arkamda dur, şurada saklan."
Çıkarken,
"Efendim, bu toplantıya birçok büyük zât geldi. Bunun birincisi kim, bunların içinde en büyük alim kim, biz bilemedik, söyler misiniz?"
Kaşlarını çatıp bakıyormuş, sinirlenip kızıyormuş:
"Elbette ben!" diyormuş. Arkasındakine soruyormuş:
"Elbette ben!" diyormuş. Arkasındakine soruyormuş:
"Elbette ben!" diyormuş.
Hepsi "Ben!" demişler.
Padişah demiş ki;
"Ben bundan bir şey anlayamadım."
"Dur daha."
Bir de sûfîleri çağırmışlar. Sûfîlere de yemek vermişler. Çıkarken vezir yine sormuş, padişah arkada saklı, pencereden perdenin arkasından dinliyor:
"Efendim, bu toplantının en büyüğü, mertebesi en yüksek olan kim? Sizin olduğunuzu söylüyorlar."
"Yok, estağfirullah. Ben onların en nâçiziyim. Estağfirullah, öyle şey olur mu; ben onların ayağının tozu olamam.l"
Gidiyormuş ötekisine;
"Siz bu toplantının en büyüğü imişsiniz?"
"Hayır, efendim, içeridekiler daha büyük; ben âciz nâçiz bir günahkâr kulum" O da gidiyormuş.
Hepsine "Sen en büyükmüşsün" dedikçe, "Hayır efendim, arkadaki." diyormuş. En sonuncuya da çıkarken demişler;
"Efendim en büyük sizmişsiniz."
"Yok ya, ben beş para etmeyen bir adamım. Hep iyiler önden gittiler, ben en arkaya kaldım" demiş.
İşte kibir etmemek, tevazu!
Men tevâdaa li'llâhi rafaahu'llâh.
Tevazu eden, Allah katında yükseliyor.
Herhalde ötekisine de şöyle soruyordu:
"Efendim, zât-ı âlinizin en yüksek olduğu söyleniyor; öyle midir, değil midir?" deyince, o da herhalde hoşlanıyordu.
Herkes kendini beğendirmek istiyor. İnsanın içinde bir duygu var, onun için süsleniyor, onun için giyiniyor. Hiç kimse tevazu göstermiyor; ancak bu zâtlar müstesna. Bunun meşrebi, melamet meşrebi. Melamet meşrebinde olanlar, kendisini beğendirmek istemiyor.
Hepimiz kendimizi beğendirmek istiyoruz. Ayakkabımızı ondan boyuyoruz, pantolonumuzu ondan ütülüyoruz, berbere ondan gidiyoruz, sinek kaydı tıraşı ondan oluyoruz, bilgimizi ondan arz ediyoruz, toplantıda onun için öne çıkıyoruz.
Neden?
İnsanın içinde kendisini göstermek, beğendirmek arzusu var. Beğenilsin istiyor, alkış istiyor.
Mehmet Akif;
"Hepimiz, kendimizin bağrı yanık âşıkıyız" diyor.
İşte bundan kurtulmak lazım. Onun için "zeka ve akıl, insanda kibirlilik uyandırır" diyor.
Öyledir. Ulemâ birbiriyle ceng-ü cidâle girerler, mükaşaya girerler, bir türlü bir hizaya gelmezler.
Nasıl olmak lazım?
Mütevazı olmak lazım. Kibir ve ucub göstermemek lazım.
Kâle, ve kâle Hamdûn. Yine Hamdûnu Kassâr hazretleri, aynı râvilerin rivayet ettiğine göre buyurmuş ki;
Lâ ehade edvenü mimmen yetezeyyenü li dârin fâniye ve yetecemmelü li men lâ yemlikü darrahu ve nef'ahu.
Diyor ki;
Lâ ehade edvenü mimmen yetezeyyenü li dârin fâniye. "Şu fâni dünya için süslenen insandan daha alçak kimse yoktur." Ve yetecemmelü li men lâ yemlikü darrahû ve nef'ahû. "Kendisine fayda veya zarar getiremeyecek kimsenin karşısında, kendisini beğendirmeye çalışandır"
Bu fâni dünya için süslenip ziynetlenen ve şu fâni dünyanın ehli olan insanlara ki onların kendisine bir fayda sağlaması, bir zarar sağlaması bahis konusu değildir. Fayda da zarar da aslında Allah'tandır.
"Fayda ve zarar sağlamayacak insana kendisini beğendirmeye çalışması, şu fâni dünya için süslenmesi olan insandan daha alçak kimse yoktur" diyor.
İyi bir mü'minin nasıl olmasını istiyor?
Şu fâni dünya için süslenmeyecek.
Neresi için süslenecek?
Âhiret için süslenecek.
Âhiret için nasıl süslenilir?
Amel-i salih işleyerek süslenilir.
Âhiretin süsü nedir?
Takvâdır. Sevaplı işlerdir.
İnsan sevaplı işler yaptığı zaman âhirette itibar görecektir. Âhiretin süsü, yüz aklığı, ibadettir, taattir, hayrât u hasenâttır.
Kendisine fayda ve zarar sağlaması mümkün olmayan insana kendisini beğendirmeye çalışmayacak da kime beğendirmeye çalışacak?
Fayda ve zarar elinde olan, Mâlikü'l-mülk olan, Kâdir-i mutlak olan Allah'a kendisini beğendirmeye çalışacak.
İnsan, kendisini Allah'a nasıl beğendirmeye çalışır?
Emirlerini tutarak, yolundan giderek, yasaklarından kaçınarak. İnsanın öyle olması lazım.
Burada tabi, yine insanların çoğunun anlamadığı bir şey var. Sanıyorlar ki faydayı ve zararı insanlar sağlıyor.
Hayır!
Faydayı ve zararı insanlar vasıtasıyla insanın başına musallat eden Allah. Hakikatte fâil-i mutlak O.
Fa'âlün limâ yürîd.
Allahu teâla hazretleri.
Gönderen O, yaptıran O, yaptırmayan da O.
İbrahim aleyhisselam'ı ateşte yaktırmayan O. Musa aleyhisselam'ı denizde boğdurmayan O. Ötekiler zarar vermek istediler, boğmak istediler; adam boğulmuyor. Allah'ın sevgili kulu olduğundan...
Yakmak istediler, yanmıyor; çünkü Allah yakmıyor.
Demek ki insanlarda zarar verme kaabiliyeti yokmuş. Allah zarar vermeyecek olduktan sonra zarar veremiyorlar.
Korumak isteseler?
Korumak isteseler de, Allah bir kimseyi mahvetmeyi kararlaştırdı mı, kimse koruyamaz. Kırk tane surun arkasına saklansa, orada bir sivrisineği ona musallat eder, kafasına dank dank, vurdura vurdura kendisini öldürtür. Bir mikrobu musallat eder, basit bir şeyi musallat eder.
Abbasî halifelerinden birisi, sıcakta, -terli zaten- burasına bir sinek konmuş, kışalamış; burasına gelmiş, kışalamış; şurasına gelmiş, kışalamış... Koca Abbasî devletinin başındaki adam, güçlü, kuvvetli, askerli, silahlı, müthiş bir geniş kuvvet sahibi. Bir sinek; bir orasına konuyor, bir burasına.
Karşısında alim var. Demiş ki;
"Yâ imam! Allah bu muzır mahluku, bu sineği niye yaratmış?"
Diyor ki;
"Senin gibi insanlar, âcizliğini anlasın" diye. "Senin gibi elinde güç kuvvet olan insanlar aldanmasın, kendi gücüne kuvvetine mağrur olmasın, bir sineğin karşısında bile âciz olduğunu anlasın" diye.
Tabi isterse insanı bir sineğe mağlup eder. Fayda da Allah'tandır, zarar da Allah'tandır. Onun için Allah'a kul olmaya çalışması lazım.
"Ne kadar alçaktır o kimse ki ondan daha alçağı yoktur. Şu fâni dünya için süsleniyor ve kendisinden fayda ve zarar gelmeyecek olan insanoğluna kendisini beğendirmeye çalışıyor. Vay akılsız vay!" demiş oluyor.
Ve kâle Hamdûn. "Yine aynı râviler rivayet ettiler ki; 'Hamdûn-u Kassâr hazretleri şöyle söyledi"
Tehâven bi'd-dünyâ hattâ lâ ye'zume fî aynike ehlühâ ve men yemlikühâ. "'Dünyalığa mağlup olan insanları bir şey sanmayasın.' diye dünyayı küçümse, hor gör. Dünya ehli gözünde büyümesin."
Şu dünyayı hor gör, aldırma. Ne olacak ki? Şu dünyanın topu ne olacak, tamamı ne olacak? Hor gör şu dünyayı ki gözünde dünya ehli insanlar büyümesin ve dünyalığa sahip insanlar böyle senden itibar görmesin.
Derviş kenarda oturuyormuş, kenardan azametli bir adam geçiyormuş, kıpırdamamış bile. Dikilmiş başına;
"Sen benim kim olduğumu biliyor musun?"
"Bilmiyorum"
Biliyor aslında; kılığından, kıyafetinden, kürkünden, kavuğundan belli, yüksek mevkili bir insan. Ya vezir, ya komutan. Biliyor ama kılını kıpırdatmamış, yan gelip yatıyor.
Ötekisi sinirlenmiş:
"Sen benim kim olduğumu biliyor musun?"
"Bilmiyorum. Kimsin?"
"Ben komutanım."
"Sonra ne olacaksın?"
"Kadıasker olacağım, başkomutan olacağım."
"Sonra ne olacaksın?"
"Vezir olacağım"
"Sonra ne olacaksın?"
"Sadrazam olurum"
"Sonra ne olacaksın?"
"Hiç!" demiş.
"Ben zaten şimdiden hiçim; ben senden yükseğim!" demiş.
"Sen nice uğraşacaksın, sonradan hiç olacaksın; ben zaten şimdiden hiçim!" demiş.
Aldırmıyor!
Peygamber Efendimiz'in hadisi var:
"Mütekebbire tekebbür, sadakadır"
Şımarmasın kerata! Mütekebbire tekebbür etmek, sadakadır.
Vay mütekebbir vay!
Hiç kıymet verme de, horluğunu anlasın. Mütekebbire tekebbür, sadakadır. Neden? Doğru bir şeydir. Adam hizaya gelecek, aklı başına gelecek. Tekebbür onun için de fena. Çünkü tekebbür edince Allah sevmeyecek. Onun için ona biraz; "sen kimsin ya, bana ne ya, ne olursan ol!" diye, yürüyüp geçivermek, yüz vermemek lazım geliyor.
Allahu Teâlâ hazretleri, bizi tam Kur'ân-ı Kerim'in tarif ettiği müslüman olmaya muvaffak eylesin. Tam Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in hadîs-i şerîflerinde öğrettiği cins müslüman olmayı bizlere nasip eylesin. Sevdiği kul olalım, sevdiği şekilde yaşayalım, sevdiği işleri yapalım. Huzuruna sevdiği bir kul olarak varalım, âhirette pişman olmayalım. Âhirette Allah yüzümüzü güldürsün, dünyada yaptığımız işlerden dolayı cezalandırmasın.
Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevs-i Âla'da Peygamber-i zişanımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütene'ım eylesin.