Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
19. Terceme-i hâl, Abdullahi'bnü Hubeykıni'l-Antâkıyyü, Antakyalı Abdullah b. Hubeyk. Geçen dersimizde buna başlamıştık. Künyesi Ebu Muhammed idi. Antakya'ya yerleşmiş. Antakya ile ilgili bilgiler vermiştik.
Müellif hadis rivayet ettiğini söylüyor.
Haddesenâ Umeri'bnü Ahmede'bni Usmâne'l-Vâiz bi-Bağdâde diye bir şahsın ismini yazıp dipnotta onun hakkında bilgi vermiş.
Bu, İbn Şahin diye tanınan bir kimseydi. Aslı Merveruz'dan; Horasan'a, sonra Bağdat'a gelmiş, orada yerleşmiş.
297 senesinde doğmuş. 330 eser yazmış.
Bir tanesi Tefsir-i kebîr; 1000 cüzden müteşekkil. Sonra bir hadis kitabı 1500 cüzden müteşekkil. Bir tarih kitabı, 150 cüzden müteşekkil. Bir zühdle ilgili tasavvufi bir eser; 100 cüzden müteşekkil. "Çok güvenilen bir alim." diye yazıyordu.
385 senesinde, Zilhicce'nin 12'si yani Kurban bayramında, Pazar günü vefat etmiş.
295 yılında doğmuş olsa 98 sene ömür sürmüş; mâşaallah. Ama çok da eser yazmış. Böyle muazzam eserler meydana getirmiş. Biz bunun hayatıyla ilgili malumatı kütüphanelerden araştırdık. Bu bilgiler orada yok.
Tabakâtü's-sûfiyye'yi neşreden, neşre hazırlayan, yazan Ebu Abdurrahman es-Sülemî.
Bunu neşre hazırlayan kim?
Nurettin b. Şüreybe isimli hem tasavvufla ilgisi olan hem profesör olan Mısırlı bir alim. Aşağıdaki bu malumatı o yazmış. Kaynak olarak da Târîh-i Bağdad'ın 11.cildini göstermiş.
Târîh-i Bağdad, Bağdat'ta yetişmiş olan alimleri anlatan Hatib-i Bağdâdî'nin meşhur, kıymetli eseridir. Bizim terceme-i hal kaynakları bu bilgileri -bu kadar cüz, bu kadar cilt eser yazmış diye- vermiyorlar. Bu rakamlar çok hoşumuza gittiği için bu şahısla ilgilenmiştik; orada kalmıştık.
Bu zât bizim müellife anlatmış.
Haddesenâ bi-Bağdâde diyor; bu hadîs-i şerîfi İbn Şahin bu eseri yazan Ebû Abdirrahman es-Sülemî'ye Bağdat'ta rivayet etmiş.
Haddesenâ Ahmedü'bnü Muhammedi'bni Saîd, Ona, Ahmed b. Muhammed b Said isimli şahıs rivayet etmiş.
Onun hakkında da aşağıda bilgi var; okuyalım.
Ahmedi'bnü Muhammedi'bni Saîdi'bni İsmâîli'bni Saîdi'bni Mansûr Ebû Saîdini'n- Neysâbûrî, el-Ma'rufi'bni Ebî Osmân el-Gâzî.
Nesebi İbn Ebî Osmân el-Gâzî diye, tanınmış olan bu isimleri ihtiva ediyor. Hadisi bu şahıstan öğrenmiş.
Ceddühû Saîdün hüve'l-mekniyyü Ebû Osman. "Dedesi Saîd, kendisi Ahmed isminde ama dedesi 'Ebû Osman' diye künyelenmiş." Ve kâne vâize ehl-i Nîsâbûr. "Ebû Saîd'in dedesi Ebû Osman, Neysâbur şehrinin vaizi idi." Ve şeyhu's-sûfiyye. "Ve tasavvuf erbabının şeyhi, yaşlısı, önderi, başkanı durumundaydı." Ve emmâ Ebû Saîdin fe-kâne min-Ubbâdi min-ibâdi'l-lâhi's-sâlihîn "Ebû Saîd ise Allah'ın salih kullarından bir kimseydi."
Tabi sülaleden öyle geliyor. İncelediğimiz zaman görüyoruz ki babadan, dededen öyle iyi bir kandan, temiz bir sülaleden geliyor.
Kadime Bağdâde haccen defâatin. "Bağdat'a defalarca hacı olarak gelmişti."
Neysâbur Horasan'da. Hacca gitmek için Irak'a gelecek; oradan geçecek, hacca gidecek. Çok defalar hac yaparken Bağdat'a uğramış, defalarca gelmiş.
Âhiruhâ fî senetin selâse ve hamsîne ve selase mie. "Bağdat'a en son uğrayışı, en son seferi 353 senesinde olmuş." Ve harace ğâziyen ilâ Tarsus. "Tarsus'a da gazi olarak çıkmış; oraya da gitmiş." Ve mâte bihâ. "Orada vefat etmiş."
Tarsus'u çok seviyorum. Çok mübarek bir yer. Tabi eskiden, hulefâ i râşidîn zamanında fetihler için Şam'dan derhal bizim Anadolu'nun Antakya'sına kadar gelmişler. Oralar hemen müslüman olmuş. Tarsus'a gelmişler, dağlara dayanmışlar. Düşman öbür tarafta; artık orası hudut. Zaman zaman çarpışmaların olduğu Anamur'a doğru ilerlemişler.
İşte oralarda dağlarda, öbür taraf bunları geçirmeyebiliyor. Pusu kuruyor, siper yapıyor. Tarsus'ta belki onun kim olduğunu, nerede olduğunu kimse bilmez. Ama bizim ezberimizde olsun:
Ahmeb b. Muhammed Ebû Saîd en-Nîsâbûrî, Tarsuslu alimlerden birisiymiş. Vaizmiş, Allah'ın salih kullarından birisiymiş, dedesi de Nişabur şehrinin vaizlerinden imiş.
Cihad etmek için Tarsus'a gelmiş. Çünkü Tarsus o zaman Romalılarla, Bizanslılarla hudut. Ve orada vefat etmiş. Allah şefaatine erdirsin.
Bunun da kaynağı Târîh-i Bağdâd; Bağdat Tarihi isimli Hatip el-Bağdâdî'nin eseri. Bu bilgiyi oradan almış.
Haddesenâ Yûsufü'bnü Mûsâ. "Bu Tarsus'ta ölen zâta da Yusuf b. Musa söylemiş." Haddesenâ Abdullah b. Hubeyk. "Ona da işte bu Antakyalı Abdullah b. Hubeyk söylemiş; hadisi o rivayet etmiş."
Kitabı yazan Ebû Abdirahman es-Sülemî' müellifimize kadar aradaki isimleri söyledi. Müelliften kendisine kadar hadisi ağızdan ağıza, kimden kime kimlerin rivâyet ettiğini söylemiş oldu. Gelelim şimdi terceme-i hâli anlatılan Abdullah b. Hubeyk'ten Peygamber Efendimiz'e kadar olan isimlere. Bakalım kimler var; onu anlayalım.
Haddesenâ Yûsufü'bnü Esbât. "Ona Yusuf b. Esbât söylemiş."
Bu, meşhur sûfîlerden birisi. Bu kitapta hayatıyla ilgili malumat var.
Haddesenâ Habibi'bnü Hassân. "Ona da Habib b. Hassân söylemiş." An Zeydi'bnü Vehb. "Ona da Zeyd b. Vehb söylemiş."
O da Abdullah b. Mesut'dan rivayet ediyor.
Kâle, kâle Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.
Demek ki sahabi olan râvi, Abdullah b. Mesud, ondan sonra Zeyd b. Vehb.
O kimmiş?
Zeyd b. Vehb el Cühenî, Ebû Süleyman künyeli bir zât imiş,
Hacere. "Hicret etti."
Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere'ye hicret edince, Allah tarafından müslümanlara da Medine'ye toplanmaları emrolundu. "Hadi bakalım, herkes Peygamber'in etrafında toplansın." diye emrolundu. Herkes Peygamber Efendimiz'in etrafına toplanacak, İslâm'ı yaymak için yardımcı olacak, Peygamber Efendimiz'i koruyacak.
Binaenaleyh herkesin hicret etmesi farz oldu. Hicret etmek sevap oldu; hicret etmeyenler de günaha girecek duruma düştüler, suç işlemiş oldular. Hicret etmeleri lazım. Eğer hicret etmemiş de kâfirlerin diyarında, kâfirlerin yönetimi, baskısı altında kalmışlarsa istikballeri, âhiretleri tehlikeye girdi.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
İnne'l-lezîne teveffâhümü'l-melâiketü zâlimî enfüsihim kâlû fîme küntüm kâlû künnâ müsted'afîne fi'l-ardı kâlû elem tekün ardu'l-lâhi vâsiaten fe-tühâcirû fîhâ fe-ülâike me'vâhüm cehennemü ve sâet masîrâ…
İnne'l-lezîne teveffâhümü'l-melâiketü zâlimî enfüsihim. "Meleklerin, canlarını günahkar olarak aldıkları kimselere gelince."
Kendi nefislerine zulmeden, günah işleyen kimseler durumundayken ecel gelmiş, melekler canlarını almış.
İnne'l-lezîne teveffâhümü'l-melaiketü zâlimî enfüsihim.
Nefsine zulmetmek ne demek?
"Günah işleyip başını derde, belaya sokmak" demek. Bir insan günah işledi mi kendisine kötülük etmiş oluyor; kendisini felakete, felaketin kucağına atmış oluyor.
Kâlû fîme küntüm. "Canlarını aldıkları zaman melekler bunlara derler ki; 'Siz ne durumdaydınız? Dünyadayken ne biçim insandınız, ne yapıyordunuz, ne haldeydiniz?'" Kâlû künnâ müsted'afîne fi'l-ardı. "Biz yeryüzünde mazlum, iktidarsız, baskı altında, baskı edenlere güç yetiremeyen, horlanmış, zayıf insanlardık."
Ne yapalım, bize baskı yapıyorlardı, Müslümanlığı tatbik edemiyorduk, yaptırmıyorlardı.
Kâlû elem tekün ardu'l-lâhi vâsiaten fe-tühâciru fîhâ. "Yeryüzü geniş değil miydi, oradan hicret etseydiniz, ibadetin güzel yapıldığı yere varsaydınız." Fe-ülâike me'vahüm cehennem. "İşte böyle dinlerini güzelce yaşayabilecekleri rahat bir yere hicret etmeyip de kafirlerin arasında kalıp kendilerine zulmedici, günahkar insanlar olarak ölen kimselerin mekanları, barınakları, yuvaları, sığınakları, durakları, varacakları yer cehennemdir." Ve sâet masîrâ. "O ne kötü bir gidiş yeridir."
Bu cehennem, gidilecek yerler içinde ne kadar kötü bir yerdir. Giden mahvolacak.
Oraya gidilir mi, gitmek istenir mi, gidilecek bir duruma razı olunur mu? Oraya gitmemek, oradan kurtulmak için çırpınılmaz mı?
İlle'l-müsted'afîne mine'r-ricâli ve'n-nisâi ve'l-vildân. "Yalnız erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan gücü yetmeyenler." Lâ yestetîûne hîleten ve lâ yehtedûne sebîlâ. "Bir çare, bir imkân bulup da o küfür diyarından gidemeyenler." Ve lâ yehtedûne sebîlâ. "Bir yol bulamayanlar; onlar müstesna, onlar cehenneme gitmez."
İstiyor; "Bir fırsatını bulayım da şunların elinden yakamı kurtarayım, hicret edeyim." diyor ama güç yetiremiyor, imkân bulamıyor, onların elinden paçasını sıyıramıyor, gidemiyor.
Niyeti gitmekti, gidemedi. Onlar müstesna; onlar cehenneme gitmeyecek. Çünkü gitmeyi istediler, gitmeye teşebbüs ettiler ama imkân bulamadılar; onlar müstesna.
Fe-ülâike asa'l-lâhü en-ya'füve anhüm. "Umulur ki Allah onları afv-u mağfiret eder." Ve kâne'l-lâhü afuvven ğafûrâ. "Çünkü Allah çok affedici, çok mağfiret edicidir" deniliyor.
Ve men yahrucü min-beytihî muhâciren ila'l-lâhi ve resûlihî. "Kim evinden Allah'a ve Resûlü'ne muhacir olarak, hicret edici olarak, ona kavuşmak için hicret maksadıyla çıkarsa." Sümme yüdrikü'l-mevt. "Ama yolda eceli gelir de menzil-i maksûduna ulaşamazsa."
Resûlullah'ın yanına gidemedi, tam yolda ecel geldi. Ya müşrikler öldürdü ya hastalandı, vefat etti.
Fe-kad bekaa ecrühû ala'l-lâh. "Onun sevabı Allah'a sabit olur, Allah onun sevabını verir."
Demek ki hicret edecek, hicret etmeye çırpınacak. Hicret edebilirse emri tutmuş olacak, sevap kazanacak. Hicret edemeyip yolda ölürse Allah onun ecrini yine verecek. Hicret etmek isteyip de fırsat bulamazsa yine affolunacak. Ama hicret etmeyi istememiş, teşebbüs etmemiş, gayret etmemişse mekânı cehennem olacak.
Neden?
Gitmesi, emri tutması, hicret etmesi lazımdı.
Zeyd b. Vehb el-Cühenî ne yapmış?
Hacere. "Hicret etti."
Terk-i diyar etmiş. Kâfirlerin arasından sıyrılmış, hicret etmiş.
Fe-mâte. "Ve vefat etti, öldü." diyor.
Fe-mâte Nebiyyü sallallahu aleyhi ve sellem ve hüve fi't-tarîk. "Bu adamcağız hicrete kalkışmış; yoldayken Peygamber Efendimiz vefat etmiş."
Hayatında Resûlullah'ı göremedi. Hicret etmiş ama yolda gelirken Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz âhirete göçmüş.
Nezele'l-Kûfete. "Resûlullah ile görüşemedi ama hicret etmek istedi sonra Kûfe şehrine yerleşti.
Kûfe, Bağdat'ın yakınında müslümanların kurduğu yeni bir şehir.
Ve kâne min ecilleti tâbiîn. "Tâbiînin en büyüklerindendi."
Ecille, celîl demek; daha doğrusu ecell demek. Celaletli; "kıymetlisi, hürmetlisi" demek.
Zeyd b. Vehb el-Cühenî tabiînin en hürmetlilerinden birisiydi.
Peygamber Efendimiz'in sağlığında onu görenlere ashab veya sahabe, bir tane ise sahabi deniliyor. Ashabı görenlere tâbiîn deniliyor. Tabiini görenlere de tebe-i tâbiîn deniliyor.
Birinci nesil, Peygamber Efendimiz'in asrının nesli; sahabe, ashab veya sahb. Bu kelimelerin hepsi sahih.
İkinci nesil tâbiîn, üçüncü nesil tebe-i tâbiîn. Bu, tâbiîne mensup. Ashab olamadı çünkü Resûlullah'ı göremedi, Resûlullah vefat etti. Daha o hicreti tamamlamadan yolda iken Resûlullah Efendimiz vefat etti. Resûlullah'ı göremedi. Görseydi sahabe olacaktı. Sahabe olamadı, tâbiîn zümresinden oldu. Çünkü Resûlullah'ı göremeyenlere tâbiîn diyoruz.
Tabiînin en kıymetli, itibarlı büyüklerindenmiş. Allah şefaatine erdirsin.
Tüvüffiye ba'de'l-cemâcim. "'Deyr-i cemâcim hâdisesi' diye tarihî bir hadise var. Ondan sonra vefat etti." Kâlû. "Râviler dediler ki." Mâte kable seneti tis'în. "90 senesinden evvel." Ev ba'dehâ. "Veyahut 90 senesinden biraz sonra vefat etmiş."
"Mîzânü'l-İ'tidâl'de, Hülâseti tezhîbü-l-kemâl'de bu bilgiler var." diyor.
Tâbiînden bu zât, Abdullah b. Mesud'tan hadisi nakletmiş, ondan sonra bu Abdullah b. Hubeyk'e gelmiş. Ondan sonra kulaktan kulağa, ağızdan ağza nakledilerek Ebû Abdurrahman es-Sülemî'ye gelmiş.
Hadîs-i şerîf nedir?
Kâle kâle Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem. "Abdullah b. Mesud radıyallahu anh diyor ki 'Resûlullah sallallahu aleyi ve sellem şöyle söyledi:'" Ve hüve's-sâdıku'l-masdûk. "Resûlullah hem doğru sözlüdür hem de sözü kabul edilen, tasdik edilen kimsedir."
İnne halka ehadiküm yücmeu fî batni ümmihî erbaîne yevmen...
Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîfi. Nokta, nokta, nokta devam ediyor. Uzun bir hadîs-i şerîf:
"Sizden birinizin yaratılması; annesinin karnında kırk günde olur."
Yani "Annesinin karnında, kırk günde bebeğin yaradılışı, meydana gelmesi şöyle olur:"
O ilk haline ne diyoruz?
Nutfe diyoruz.
Erkekteki hâli; sonra rahimde yumurta ile birleşmiş hâli; nutfe. Bu biraz gelişiyor alaka oluyor.
Alaka nedir?
"Rahmin cidarına tutunan, sülük gibi yapışan, rahmin kenarından beslenmeyi almaya, büyümeye başlayan bir küçük parça."
Arapça'da alak, "sülük" demektir.
Bunu tefsir kitaplarında "kan pıhtısı" diye tercüme ediyorlar; yanlıştır. Kan pıhtısından çocuk olmaz. Kan pıhtısı ayrı bir şeydir. Kanın içinde su vardır; alyuvarlar, akyuvarlar vardır, trombosit vardır. Bunları kırk yıl bir arada tutsan bundan yavru olmaz.
Alak, alaka "kan pıhtısı" demek değildir. "Rahmin cidarına tutunan ilk hücre grubu, çocuk olmasının ilk devresi" demektir.
Kur'ân'ı tercüme eden alim, Arapça'yı biliyor ama tıbbı bilmiyor. Arapça'yı iyi bilse yine paçayı kurtaracak. Lügatta alak kelimesini "kan pıhtısı" gibi bir şeyle geçiştiriyor.
Olmaz!
Alak ne demekmiş?
Sen şunu bir incele, bir araştır da yanlış laf söyleme!
"Varsın bir tanecik yanlış da o söylesin, olmaz mı?"
Olmaz!
Çünkü bir doktor tercümesini alıp okur; kapatır, bir kenara koyar.
"Bunun aslı esası yok." der. O zaman yanlışlığı; "Peygamber Efendimiz söyledi." sanır. Okuyan öyle sanırsa kâfir olur. -Hâşâ sümme hâşâ; "Allah yanıldı, Kur'ân-ı Kerîm'de yanlışlık var." diye düşünürse kâfir olur.
Niye bir adamı küfre düşürüyor? Dikkat etsin, doğru yazmaya çalışsın.
Onun için ben bunu makalelerimizin birisinde yazdım. Çünkü baktım çok sevdiğim bir âlim alaka kelimesine "kan pıhtısı" demiş.
Hani koyunlar sürü halinde giderlermiş; kazara bir tanesi atlarsa arkasından hepsi oraya atlarlarmış. Onun gibi, biri bir şey söyleyince diğerleri de araştırmadan, şuursuzca takip ediyor; artık herkes aynı yanlışı tekrar ediyor.
Kur'ân-ı Kerîm oyuncak değil. Her kelimesini iyice ölç, tart! Terceme kolay bir şey değil ki çok zor, çok veballi bir şey. Yanlış bir tercümeyi okumak da çok tehlikeli.
Neden?
Artık işin içine mütercimin fikri girdi. Âyet-i kerîmeyi tam vahyedildiği gibi okumuyorsun artık, mütercimin fikrini okuyorsun. Millet onu anlamıyor. O zaman yanlışlıklar başlıyor. O bakımdan bu arada o bilgiyi de veriyoruz.
Alaka'dan sonra ne oluyor?
Mudga oluyor.
Mudga ne demek?
"Bir parça et."
Orada ilk önce rahmin kenarına tutunuyor; gıdasını oradan, annenin rahminden almaya başlıyor. Çünkü o vücudun parçası değildi. Tohumun yere düştüğü zaman kök salıp da toprağın içinden gıda alması gibi bu da rahmin kendisinden değildi ama rahmin duvarında, cidarında yani kenarında kök salıyor, gıdasını oradan alıyor, beslenmeye başlıyor.
Hücreler bölüne bölüne bir mudga hâline geliyor.
Sonra ne oluyor?
Kemikler, etler teşekkül ediyor. Nihayet çocuk bir kese içinde artık belirgin bir hâle geliyor; ondan sonra da zamanı gelince doğuyor.
İnne halka ehadiküm. "Şüphe yok ki gerçekten, sizden birinizin yaradılışı." Fî batni ümmihî. "Annesinin karnında, rahminde." Erbaîne yevmen nutfeten. "Kırk gün nutfe olarak durur." Sümme yekûnü alakaten. "Sonra alaka olur. Yani rahime tutunan ikinci devre." Sümme yekûnü misle zâlike. "Kırk gün de böyle gider."
Kırk gün öyle, kırk gün böyle gider.
Sümme yekûnü mudgaten misle zâlike. "Kırk gün daha mudga olarak yani bir parça et halinde, hücre grubu halinde olur." Sümme yeb'asü'l-lâhi ileyhi melekâ. "Sonra Allah, o mudga'ya, o hücre topluluğuna." Bi erbaı kelimâtin. "Dört cümle, dört söz, dört hükümle bir melek gönderir." Fe-yektübû. "O melek yazar." Amelehû. "Amelini yazar." Ve ecelehû. "Ecelini yazar."
Bu çocuk doğacak. Ne ameller işleyecek? Eceli ne, ömrü ne kadar?
Ve rızkahû. "Ne yiyecek, ne içecek, rızkı nereden gelecek?"
Allah yarattı mı rızkını da önceden yazıyor.
Ve şakiyyün ev saîdün. "Şakî mi, saîd mi?"
Onu yazar.
Sümme yünfehu fîhi'r-rûhu. "Sonra ona ruh ilkâ olunur, ruh üfürülür; can kazanır. O et parçası ruh kesb eder."
Geçtiğimiz günlerde seyahatte idik. Bir arkadaş Avrupalıların yazdığı bir takım kitapları iyice takip ediyormuş, o anlatmıştı:
İnsanın bedenini tartıyorlarmış. Bir Fransız alim; ruhun çok hafif ama yine de bir ağırlığı olduğunu tespit etmiş. Ruh üzerine olan bu kitabı da bizim bu arkadaş tercüme ediyormuş. Fransızcası güzel, başka lisanları da var; o anlattı.
Fe ve'llezî lâ ilâhe gayrühû. "Kendisinden başka ilah olmayan âlemlerin Rabbi Allah'a yemin olsun ki." İnne ehadeküm le-ya'melü bi-ameli ehli'l-cenneti. "Sizden biriniz ehl-i cennetin ameli gibi bir şeyler yapar." Hattâ mâ yekûnü beynehû ve beynehâ illâ zira'. "Onunla cennet arasında bir zira' kadar, şu kadarcık mesafe kalır." Fe-yesfikü aleyhi'l-kitâb fe-ya'melü amele ehli'n-nâr fe-yedhulûhâ. "Bu kader, alnına yazılan yazı, öne geçer; en sonunda cehennemliklerin işini yapar ve cehenneme gider."
Aksine,
Ve inne ehadeküm le-ya'melü amele ehli'n-nâr. "Sizden biriniz cehennem ehlinin işini, amelini işler işler." Hattâ mâ yekûnü beynehû ve-beynehâ illâ zira'. "Cehenneme şu kadar yaklaşır. Arasında bir zira' kadar bir mesafe kalır." Fe-yesfiku aleyhi'l-kitâb. "Allah'ın, onun daha annesinin karnındayken yazdığı hükmü, alın yazısı gelir, öne geçer." Fe-ya'melü amele ehli'l-cenneti. "Ehl-i cennetin amelini işler." Fe-yedhulûhâ. "Cennete girer."
Mişkâtü'l-Mesâbîh'te müttefekun aleyh olarak bu hadîs-i şerîfi naklediyor.
Demek ki bu hadîsi Abdullah b. Hubeyk el-Antâkî, Ebû Abdurrahman es-Sülemî'ye rivayet etmiş.
Kitabı neşreden şahıs, sadece bir cümlesi zikredilen kitabı aramış, bulmuş. Kaynağını dipnotta kaydetmiş. Böylece biz de bilmiş oluyoruz. Böyle bir eseri neşretmek sizden birinize nasip olur da bir eser neşri yaparsanız eserinizi okuyucuya böyle hazırlarsınız, dipnotları koyarsınız; okuyucu sıkıntı çekmez.
Ahberanâ Ebû Amrü'bnü Matar, haddesenâ Ebû Hafsın, Umeru'bnü Abdullahi'bni Umer, el-Bahrâniyyü; haddesenâ Abdullahi'bni Hubeyk; haddesenâ Yûsufu'bnü Esbât; haddesenâm Süfyânü's-Sevriyyü; an Muhammedi'bni Cuhade an Katâde an Enesin.
Katâde hazretleri Enes radıyallahu anh'ten rivayet emiş.
Enes radıyallahu anh ne diyor?
Enne Resûlullah sallalahu aleyhi ve sellem, kâne yetîfu alâ nisâihî.
Resûlullah'ın hayatından bir şey anlatıyor:
"Hanımlarına nöbetleşe olarak; birinin arkasından ötekisine giderdi."
Hâzihî sümme hâzihî, sümme yağtesilü minhünne guslen vâhidâ. "Sonra tek bir gusül abdesti alarak temizlenirdi." Bu bilgiyi veriyor.
Tabi bu mübarekler rahmetullahi aleyhim ecmaîn her şeyi, o zamana kadar olan bütün bilgileri sıfırlamışlardır. Ondan sonra işi Kur'ân-ı Kerîm'den, Resûlullah'ın hadîsi şerîfinden başlatmışlardır. İlmi Kur'ân-ı Kerîm'e, Resûlullah'ın sünnetine dayandırmışlardır.
Ondan önceki rivayetleri eğer Kur'ân ve Peygamber Efendimiz tasvip ediyorsa, tasdik ediyorsa, teyit ediyorsa kabul ederler, yoksa onları ilim olarak kabul etmezler.
Onun için Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in her şeyini gayet iyi tespit etmişlerdir. Nasıl abdest alırdı, nasıl kalkardı, nasıl yatardı? Pür dikkat her şeyini takip etmişlerdir. Allah'ın peygamberi nasıl yapıyor, nasıl yemek yiyor, nasıl evlendi, nasıl nikâh yaptı, evliliğinde nasıl davrandı, sözleri nasıl, hareketleri nasıl, ticareti nasıl, konuşması nasıl? Her şeyi teferruatıyla tespit etmişlerdir.
Bu arada aile hayatını da söylemişlerdir. Bizim için biraz garip gelebilir ama bir bakıma da takdire şâyândır. Çünkü fotoğrafın hiç bir yerinde bir bulanıklık yoktur. Her şeyi çok net olarak çekip söylemişlerdir.
Abdullah b. Hubeyk el-Antâkî, hadisle iştigal etmiş, hadis toplamış, dinlemiş, başkalarına da hadis rivayet etmiş. Aynı zamanda Hadis râvilerinden bir kimse.
Bu, ciddi bir alim olduğunun alâmetidir. Hadisle meşgul oluyor. İslâm'ın önemli kaynaklarından birisi olan sünnet-i seniyyeyi, ehâdis-i şerîfeyi biliyor, ezberlemiş ve ciddi bir şekilde bu işin peşine düşmüş. Kelimesine, noktasına dahi dikkat ederek, hem duymuş, öğrenmiş hem de başkasına nakletmiş. Bu bir ciddiyet alâmeti.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.