Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
127. sayfanın 18. maddesine, paragrafına gelmişiz; oradan okuyoruz. Hamdûn el-Kassâr isimli meşhur sûfînin hayatını ve sözlerini okumaktayız.
Allah, o büyüklerin güzel hallerini anlamayı, yaşamayı bizlere de nasip eylesin. O Allah'ın sevgili kullarının himmetlerine, teveccühlerine bizleri mazhar eylesin. Bizi sevdiği salih kullarının zümresinde haşreylesin. Dünyada, âhirette bahtiyar eylesin. Cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin.
Kâle ve kâle Hamdûn.
Aynı râviler dediler ki; "Hamdûn-u Kassâr kaddesallahu sırrahü'l-azîz şöyle dedi:"
Men şeğalehû talebü'd-dünyâ ani'l-âhireti zelle immâ fi'd-dünyâ ve immâ fi'l-âhireh.
Bu zâtların sözleri atasözü gibidir, vecizedir, çok kıymetli sözlerdir.
Biz Arapçalarını da okuyoruz, eğer konuşmalarımızı kaydederek tespit ediyorsanız oradan Arapçalarını da ezeberlerseniz iyi olur. Not alıyorsanız tabi yine Arapçasını yazsanız iyi olur. Ama maksut olan mânadır; mânasının da hatırınızda kalması kifayet eder.
Hamdûn-u Kassâr hazretleri ne buyurmuş?
Men şeğalehû talebü'd-dünyâ ani'l-âhireti zelle. "Kim ki onun dünyayı talep etmesi, onu âhireti aramasından, talep etmesinden meşgul ediyorsa o adam hor ve zelil olur."
İmmâ fi'd-dünyâ ve immâ fi'l-âhireh. "Ya dünyada zelil olur, ya da burada olmazsa bile âhirette zelil, hor olur."
"Dünya" dediğimiz nedir?
"Dünya" dediğimiz; el-hayâtü'd-dünyâ, "Şu içinde yaşadığımız hayattır."
Şu anda biz dünyadayız; bu hayatı yaşıyoruz.
"Âhiret" dediğimiz nedir?
Öldükten sonraki öteki hayattır. Ona da "el-hayâtü'l-âhire" derler.
Bunu birkaç defa açıkladık, kelimelerin mânasını söyledik.
Dünya; "en yakın" demek, "daha yakın" demek. el-Hayâtü'd-dünyâ, "bize daha yakın olan hayat."
İki hayat var; bir önceki hayat, yakın olan hayat, bir sonraki hayat. İkinciye el-âhire diyorlar, birinciye "ed-dünyâ" diyorlar.
"Dünya" deyince, "yer küresi" hatıra gelmeyecek diye söylemiştik.
Men. "O kimse ki." Şeğalehû talebi'd-dünyâ. "Dünyayı talep etmesi, dünyalığın peşinde koşması, onu meşgul ediyorsa."
Nereden meşgul ediyorsa?
Ani'l-âhireti. "Âhiretini ihya etmek ve kazanmaktan alıkoyuyor ve meşgul ediyorsa." Zelle. "O adam mutlaka hor ve zelil olacak. Hor, zelil olur, alçalır, mahvolur, pişman olur, perişan olur." İmmâ fi'd-dünyâ ve immâ fi'l-âhireh. "Ya bu dünyada, ya da âhirette."
Ya bu dünyada herkes görür onun zelil olduğunu, ya da bu dünya böyle gelir geçer, âhirette zelil olduğu görülür.
Aziz ve Muhterem kardeşlerim!
İnsanların birçoğunun, yüzde doksan, doksan dokuzunun, büyük ekseriyetin aldandığı bir nokta vardır: Birincisi; iman etmekle etmemekten kaynaklanıyor. Âhirete inanmayanlar zaten "Varsa yoksa dünya!" diye, bu hayatın içinde aldanıyorlar.
Bir de kâfirler, müşrikler, sapık inançta olanlar vesaire var.
Bir de imanı olduğu halde, yine dünyalıktan gönlünü kurtaramamış, inandığı âhiret için gerektiği kadar çalışmaya yönelememiş insanlar da var. Bu da insanlar arasında çok; müslümanlar arasında pek çok! Adam hacı, müslüman; namaza, cumaya gelmez, zekâtını vermez, ahdine vefa göstermez. Âhiret için çalışmaz. Kesenin ağzını açmaz; hayır, hasenat yapmaz.
Ne oluyor? Nerede kaldı mü'min olduğu?
Kimisi de; "Viran olası hanede, evlâd ü ıyâl var." demiş.
"Evde çoluk çocuk var; onlar benden yiyecek-içecek bekliyor. Ne yapayım, çalışmam lazım." diyor, gidiyor.
Çalışıyor ama âhiretini ihmal ediyor. "Namaza gel." Gelmiyor. "İşim var." "Cuma'yı kıl." Kılmıyor. "İşim var." "Allah'ın yolunda yürü." Yürümüyor. "İşimden atılırım, işimden olurum." Yani işi-gücü, âhiret sevabını kazanmasını engelliyor.
"Yok, ben öyle yaparsam benim müslüman olduğum anlaşılır, yükselemem, ilerleyemem, gelişemem, tayinim olmaz." Kimisi de böyle düşünüyor.
"Bürokraside yükselemem, şunu olamam, bunu olamam."
Heves ettiği birtakım mevkiler, makamlar var. İyi müslüman olmasına, âhiret için çalışmasına engel oluyor. Bunları göz önüne getiriyor:
"Ben şimdi iyi müslüman görünürsem bana engel olurlar, çelme takarlar, mimlerler, karalarlar, yükselemem, ilerleyemem." diyor, vazifelerini yapmıyor.
Hocamız [Mehmed Zahid Kotku] sağdı. Ayaklarındaki ağrılar dolayısıyla Sandıklı'ya tedaviye gitmişti. Biz de kalktık, oraya gittik. Baktık, bütün arkadaşlarımız sakal bırakmış. Genel müdür olan, bakan olan kardeşlerimiz orada, -Hocamız herhalde "Sakal sünnettir." diye bir işaret eyledi- sakal bırakmışlar; biz de sakal bıraktık. Sakal bıraktık ama üniversitede asistanız. Üniversitede asistanken sakal olur mu, mutat değil. Herkes garipsedi, ayıpladı ve azarladı. Yakınlarımız, uzaklarımız;
"Şimdi bunun zamanı değildi." dedi.
Kimisi de dedi ki;
"İstikbalin mahvoldu!"
"Niye?"
"Sakal bıraktın." diye. "Sakal bırakınca istikbalin mahvoldu. Artık sen ne doçent olabilirsin, ne profesör olabilirsin."
Üniversitede hocalık yapan kimselerden öyle söyleyenler oldu:
"Sen kendi kendini mahvettin, intihar ettin!" dediler.
Ne yapalım, herkes hayata doçent ve profesör olmaya gelmedi. "Doçent ve profesör olmayınca âhirette yüksek mevkiye çıkamaz, cennete giremez." diye bir kayıt yok. Herkesin doçent, profesör olmak mecburiyeti de yok. Herkesin Allah'a itaat etmeye, Allah'ın emrini tutmaya, Peygamber Efendimiz'in sünneti yolunda yürümeye ihtiyacı var da; herkesin "İlla şu mevkiye çıkacağım." diye, bir mevkiye çıkmaya mecburiyeti yok. Öyle bir şey yok.
"Eh, ne yapalım?" dedik, boynumuzu büktük biz de, gözü karalık ettik, aldırmadık. Elhamdülillah doçent de olduk, profesör de olduk!
Allah bir şeyin olmasını yazdıktan sonra; cümle cihan halkı engellemeye çalışsa, engelleyemiyor!
Allah bir insanın yaşamasını murat etmişse cümle cihan halkı onu öldürmek için üzerine çullansa öldüremiyor.
Misali İbrahim aleyhisselam.
Zamanın iktidarı, Nemrut onu ateşe atmaya kalktı. Urfa'da ateşe atmışlar. Öyle ateş yakmışlar ki yanına yaklaşılamıyor. "Öldürelim." diye mancınıkla ateşe atmışlar. Allah öldürmeyince İbrahim aleyhisselam ölmedi.
Allahu Teâlâ hazretlerinin kudreti karşısında kim ne yapabilir?
Ben 27 yıl üniversitede hocalık yaptım. Hocalık bir bakıma devlet memurluğu gibi bir görev.
Eğer biz yaşamımız için maaşımız için Allah'ın dininden taviz verirsek, emirlerini yapmaktan geri durursak, yasaklarını işlemeye göz yumarsak veya yasaklarını işlemeyi; "Ne yapalım işte, memuriyet icabı, zamane icabı." diyerek normal görürsek aldanırız!
Bu bir aldanmadır. Bu, insanın aldanmasıdır.
İnsan nasıl olacak?
Allah'ın emrettiği gibi olacak. Çünkü bizi yaratan O, yaşatan O, nimetleri veren O. Her şey O'ndan. Güç kuvvet O'nun, hikmet O'nun, himet O'nun. Onun için herkesin Allah'a güzel kulluk etmesi lazım.
Öyle yapmıyor. Dünyalık talebi, âhiret için çalışmasına engel teşkil ediyor, bahane oluyor, âhiret için çalışmıyor.
Hamdûn-u Kassâr hazretleri; "Bu adam zelil olur!" diyor. Zelil, hor, pişman, hakir olur. Ettiğini bulur, cezasını çeker. İmmâ fi'd-dünyâ immâ fi'l-âhire. "Ya bu dünyada çeker, ya da âhirette mutlaka çeker."
Bu dünyada bazen, âhir ömrüne kadar hiç başı bile ağrımadan yaşayan Allah düşmanları olmuş. Hiç başı bile ağrımamış!
Neden?
Başı ağrısa acizliğini anlayacak, elini açacak; "Aman yâ Rabbi!" diyecek. Ayakkabısı ayağını vurduğu zaman adam; "Aman Allah'ım!" diyor.
Orhan Veli'nin dediği gibi; "Ayakkabısı sıkmasa, Allah'ın adını anmayacak."
Ama ayakkabısı sıktığı için "Of Allah'ım!" diyor.
Bu sözden ibretimizi alalım. Bu söz doğrudur, gerçektir. Allah'ın yolunda yürümeyen, eninde sonunda zelil olur. Allah'ın yolunda yürüyen, eninde sonunda aziz olur.
Tabi bizim bu dünyadaki amacımız, gayemiz nedir; onu da bilmemiz lazım. Müslümanın, mü'minin gayesi, bu dünyada mesut, bahtiyar olmak değildir!
Gayesi nedir?
Âhireti, Allah'ın rızasını kazanmaktır; âhiret saadetini elde etmektir. Hesap buna göre olunca, insan o zaman seve seve harbe gider, savaşa gider, şehit olur. Hesap böyle olunca, seve seve malını çıkarır, hayır hasenât yapar. Hesap böyle olunca, hiç kimseden çekinmeden hakkı söyler, doğruyu söyler. Zalim sultanın karşısında bile hakkı söyler.
Peygamber Efendimiz ne diyor?
"Cihadın en üstünü, zalim sultan karşısında çatır çatır hak sözü söylemektir."
Bunu herkes söyleyemez.
Kim söyler?
Hayatını, mevkiini, makamını feda etmeyi göze almış insan söyler.
Neden söyler?
Allah için haktan ayrılmaması gerektiği için söyler.
Görülüyor ki İslâmî kahramanlıklar, büyük Müslümanlıklar, ancak dünyayı gözünden çıkardığı zaman yapılabiliyor. Dünya gözünde ve gönlündeyken insanlar korkak oluyor, pısırık oluyor; birçok şeyleri yapamıyor.
İşte böyle olan insan; kendisini korumaya çalışır ama korunamaz; aziz olmaya çalışır ama aziz olamaz; mevki makam sahibi olmaya çalışır ama muradına eremez; eninde sonunda, dünyada âhirette hor, zelil olur.
Allahu Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de bize eski ümmetlerden kıssalar anlatmış, beyan etmiştir.
Nedendir bu kısalar?
"Hisse ve ibret alınsın; o kötü insanların yaptıkları gibi yapılmasın; o kötü insanların karşısındaki mü'minler gibi yaşansın." diyedir.
Hz. Musa'nın zamanında mü'minler eza, cefa çektiler mi?
Çektiler. Firavun'dan, onun idaresinden, yönetiminden ve kavminden sıkıntı çektiler.
Çeker.
Hz. İsa'nın etrafındakiler sıkıntı çektiler mi?
Çektiler.
İbrahim aleyhisselam, kendisi sıkıntı çekti mi?
Çekti.
Yusuf aleyhisselam sıkıntı çekti mi?
Çekti.
Eh, bu böyle olur. Çekiliyor. İmtihan olduğundan bunlar çekiliyor.
"Sakın ha, bir mü'min, âhireti feda edip dünyalık elde etmeye yönelmesin!"
Ne demiş kucağındaki çocuk?
"'Aman anacığım! Ateşe atılacaksın, yanacaksın, ben yanacağım.' diye imanından vazgeçme!" demiş.
Kucaktaki bebek anasına böyle seslenmiş; hadîs-i şerîfte bildiriliyor:
Kâle ve kâle Hamdûn. "Aynı râviler rivayet ettiler ki; 'Hamdûn-u Kassâr şöyle buyurdu.'"
Men nazara fî siyere's-selefi arefe taksîrahû ve tehallüfehû an derecâti'r-ricâl.
Çok güzel sözler bunlar! Samimi insanların sözleri başka oluyor.
Men nazara fî siyeri's-selefi. "Selef-i sâlihînin yaşam tarzına, sîretlerine, hayatı sürüş şekillerine kim bakarsa." Arefa taksîrahû. "Kendi kusurunu anlar." Ve tehallüfehû an derecâti'r-ricâl. "Büyük evliyâullahın derecelerinden geride kalmasının, tahallüfünün ne derece olduğunu anlar."
Onun için okuyoruz.
Büyüklerin hayatlarını niçin okuyoruz?
Öyle palavra yok!
"Ben dervişim, ben şeyhim, ben ârifim, ben kâmilim, ben ermişim!"
Öyle şey yok!
Eski büyüklerin hayatını oku bakalım; gör bakalım kendi kusurunu. Sen nerede, gerçek sûfî nerede? Sen nerede, gerçek evliyâ nerede? O ricâlullahın, o ehlullahın, o büyük zâtların derecelerinden ne kadar aşağıda olduğunu anla!
Birisi [Mehmed Zahid] Hocamız'a demiş ki;
"Hocam, Kâbe'yi tavaf ediyordum. Tavaf ederken Kâbe'den kulağıma Allah, Allah, Allah diye ses geldi.
Acaba tavaf eden insanlar mı Allah, Allah diyor da onu duyuyorum diye dikkat ettim. Hayır, insanlardan gelmiyor, Kâbe'den Allah, Allah diye ses geliyor."
Hocamız başını çevirmiş yanındakilere;
"Nasılsınız, iyi misiniz?" diye soruyor.
O tabi tavaftan çok heyecanlı gelmiş. Yine biraz fırsat bulunca;
"Hocam, tavaf ederken Kâbe'nin Allah, Allah dediğini duydum." demiş.
Hocamız yine biraz kaşlarını çatmış, yine başka bir şeyle meşgul olmuş. O yine heyecanını teskin edememiş, yine demiş ki;
"Hocam, Kâbe'nin Allah, Allah dediğini duydum."
Hocamız kaşlarını çatmış;
"İnsanın gönlü uyanık olsa her şeyin Allah dediğini duyar." demiş, azarlamış.
Bir yerde birazcık duymak hüner değil! Gönlü uyanık olsa, er kişi olsa, ricâlullah olsa, ehlullah olsa, her şeyin Allah dediğini duyar, tesbihini duyar.
Kur'ân-ı Kerîm'de ne diyor?
Ve in min şey'in illâ yüsebbihu bi-hamdihi ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahüm. "Allah'ı tesbih etmeyen, Allah demeyen, zikretmeyen, tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Yalnız siz onun tesbihlerini anlayamıyorsunuz."
Eyüp'teki Abdulehad-i Nûrî hazretlerine sormuşlar:
"Şeyhimiz, efendimiz, üstadımız, her şeyin tesbih etmesi, Allah demesi lisân-ı hal ile midir?"
Arslan gibi şöyle davranmış, kaşlarını çatmış:
"Hayır! Kulakla duyulacak gibidir!"
Lisân-ı hal ile olsa bu lafı herkes yutar. Lisân-ı hal ile her şey Allah diyor, Sübhânallah diyor. Öyle şey yok. Sübhânallah diyor işte, duyulur. Öyle. Evliyâllah duyar.
E biz?
Biz bu zamâne dervişleri, sûfîleri çok cahil kaldık. Yetişmemiz eksik oldu, üstatlarımız gitti, gerçek tasavvufu öğretecek insanlar azaldı, işin edebiyatı kaldı. Özünü yaşayan, bilen, özüne ermiş kişiler azalınca tabi sözü kitaplardan okuyup söyleyen, sözünü eden çok oluyor. O devirde de varmış, bu devirde de var. Söz önemli değil; yaşayış, hal önemli!
Tasavvuf kâl ilmi değildir, hâl ilmidir.
Tasavvuf laf değildir. Hâli nasıl bakalım, ahlâkı nasıl, davranışı nasıl; o önemli.
Kâle ve kâle Hamdûn. "Aynı râviler rivayet etmişler ki; 'Hamdûn-u Kassâr şöyle söyledi.'"
Kifâyetüke tüsâku ileyke bi'l-yüsri min gayri teab ve innemâ't-teabü fî talebi'l-fudûl.
Kifâyetüke. "Sana kifayet edecek miktardaki şey, yiyecek, içecek, gıda vesaire." Tüsâku ileyke bi'l-yüsri. "Allah tarafından sana kolaylıkla sevk olunur, gönderilir. Senin yiyeceğin, içeceğin, ihtiyacın sana kolaylıkla gönderilir."
Tüsâku. "Sevk olunur." İleyke. "Sana." Bi'l-yüsri. "Kolaylıkla." Min gayri teab. "Sen üzülmezsin, yorulmazsın. Yorulmadan, üzülmeden sana gelir." Ve innemâ et-teabü. "Yorgunluk, yorulmak, 'Üf' demek, 'Ah' demek, 'Vah' demek, bîzar olmak." Fî talebi'l-fudûl. "Fazlasını istemektendir. Yoksa senin gerçek ihtiyacın kadarını, Allah zahmet çekmeden sana gönderir."
Nasıl örümceğe rızkını kanat takıp gönderiyorsa, nasıl yuvadaki kuşa rızkı geliyorsa, nasıl denizin altındaki, havadaki mahluklara, her yerdeki canlılara Allah rızkını gönderiyorsa, yaratmış ve Rezzak-ı Âlem olduğu için herkesin rızkını da kendisi veriyor. Kolaylıkla Verir.
"Yorgunluk, kavga, mücadele, geçim sıkıntısı, hayat mücadelesi, fazlayı istemekten. Yoksa Allah herkese rızkını gönderir." diyor.
Gönderir ama millet anlamaz. Gönderir, nasibi ne kadarsa gönderir. İnsanoğlu acele eder; helalden gelecek olan rızkını harama çevirir. Nasıl olsa gelecek. O kadarı nasıl olsa yazılmış; ona gelecek. "Gelmiyor." diye, şeytan onu korkutur:
"Gelmeyecek ha! Aç kalacaksın ha!" diye korkutur, harama saptırtır; o zaman haramdan gelir. Ya helalden gelir, ya haramdan gelir. Terbiyesizlik, edepsizlik, dikkatsizlik, takvasızlık, acelecilik ederse haramdan gelir. Sabrederse helalinden gelir.
Nice nice evliyâullah var; parası pulu var, evi barkı var. İstemeden gelmiş. O da, Allah yoluna sarf ediyor. Nice nice misalleri var.
Kâle ve süile Hamdûnü ani'z-zühdi fe-kâle: ez-Zühdü ındî ellâ tekûne bimâ fî yedike eskenü kalben minke bi'd-dımâni seyyidike.
Arapçası da çok güzel.
"Hamdûn-u Kassâr'a; 'Zühd' nedir?" diye soruldu.
Herkes zühdü merak ediyor. Kur'ân-ı Kerîm'de, hadîs-i şerîflerde tavsiye edilmiş.
Peygamber Efendimiz; İzhed fi'd-dünyâ yuhibbüke'llâhu. "Zahit ol, zühd göster, Allah seni sever." diyor.
Ne demek zühd?
"Aldırmamak, değer vermemek, kıymet vermemek, göz dikmemek, gönlünden onu istememek."
"Zühd nedir?" diye soruyorlar. O da diyor ki;
ez-Zühdü ındî. "Benim kanaatime göre, bana göre zühd."
Ellâ tekûne bimâ fî yedike eskenü kalben minke bi'd-dımâni seyyidike.
Malım mülküm, param var. Bankada, cüzdanımda param var. Evimdeki sandığımda, sepetimde param var. Hanımın bileğinde altınlar var. İnsanoğlu kendini garanti edecek bir miktar malı mülkü yanında saklıyor. Alışmış buna, dayanamıyor, saklıyor; bir şeyleri var. "Kalbi, elinde olan şeyden dolayı, Allah'ın garantisinde olan şeyden daha fazla huzurlu olmazsa işte zahid odur."
Biraz daha açıklayayım:
Tam terceme olunca, tercemeden herkes anlamıyor. Çünkü tercüme yapalım diye lafı farklı, kesik söylüyoruz.
Allah'ın sana verdiği, tamam, senin elinde olan şeyler. Para olsun, dolar olsun, mark olsun, eşya olsun, arsa olsun, her neyse. Sana vermiş, sen şimdi onu aldın mı bir huzur içinde oluyorsun. "Elhamdülillah, param pulum var; sıkıntı anında bunu kullanıyorum." diyorsun, kalbin sakin oluyor.
Ha! Hakiki zahid insan, Allah garanti etmiş ya; "Ben kulumun rızkını vereceğim." buyurmuş ya onunla huzur buluyor.
Ve mâ halaktü'l-cinne ve'l-inse illâ li-ya'budûn.
Mâ ürîdu minhüm mi'r-rızkin ve mâ ürîdu en yut'ımûn.
İnne'llâhe hüve'r-razzâku zü'l-kuvveti'l-metîn.
"Razzâk olan Allah'tır."
Ve fi's-semâi rızkuküm ve mâ tûadûn.
Allahu Teâlâ hazretleri, Kur'ân-ı Kerîm'de rızkı garanti ediyor. "Korkmayın, vereceğim." diyor.
Allah'ın "Korkmayın, vereceğim." demesinden, âyetteki, Kur'ân'daki garantiden bir insanın kalbi mutmain oluyorsa; "Tamam, Allah 'Vereceğim.' dedi ya, oh, elhamdülillah." diye elindekinden daha mutmain oluyorsa, Allah'ın garantisi kalbini daha çok mutmain ediyorsa, zahid o kimsedir.
Sırf elindekine güveniyor da ötekisinden tereddütte ise zahid değildir. "Allah garanti etmiş ama neme lazım, ya gelir ya gelmez." diyorsan sen zahid değilsin. Tereddüt ediyorsun, inanmıyorsun, güvenmiyorsun; o zaman sen zahid değilsin.
Zahid nasıldır?
Allah'ın garantisinden dolayı kalbi, "elinde olmuş gibi" sakindir. Çekinmez, fakirlikten korkmaz.
Peygamber Efendimiz fakirlikten korkuyor muydu?
Peygamber Efendimiz'i tarif ederken, kabilesine gitmiş olan insanlar dediler ki;
"Muhammed, fakirlikten korkmayan insanın verişiyle veriyor."
Neden?
Peygamber Efendimiz'in kalbi mutmain; "Allah rızkımı verecek." Bir endişesi yok. Onun için dünya malına metelik vermiyor, ayrı bir değer vermiyor. Ha elinde olmuş, ha olmamış. Allah'a olan güveninden, elindekine itimadı daha fazla değil. Elindekini rahatlıkla verebiliyor.
Neden?
"Allah yine verecek, garanti etmiş." diye.
Zahitlik bu.
"Elindekini tutuyorsa, elindekine sımsıkı bağlanıyorsa, korkuyorsa, elinde olmadığı zaman 'Eyvah, ne olacak benim halim?' diyorsa, o zaman zahid değil. O zaman dünyalığa, dünyaya kıymet veriyor." demek istiyor.
Büyükler böyledir.
Atâullah-i İskenderî hazretlerinin el-Hikemü'l-Atâiyye'de güzel bir vecizesi vardır. Sert bir ifade ile diyor ki;
İctihâdüke fîmâ dümine leke ve taksirüke an men tulibe minke delîlün alen timasi'l-basireti anke. "Senin için garanti edilmiş konuda koşturup durman, senden istenen konuda ise kusurlu, kabahatli ve eksikli kalman, senin basiretinin kapalı olduğuna alamettir."
Ne demek?
İnsanın rızkı garanti edilmiştir. Sen rızık peşinde koşuyorsun; sabahleyin 7'de evden çıkıyorsun, trafiğin sıkıntılarına katlanıyorsun, karşı tarafa geçiyorsun, dükkânı açıyorsun, akşama kadar çalışıyorsun, yorgun argın geri dönüyorsun.
İctihadüke fîmâ dümine leke. "Sana garanti edilmiş konuda çalışıp duruyorsun. Allah rızkını garanti etmiş, çalışıp duruyorsun." Ve taksirüke an men tulibe minke. "Senden istenen kulluk görevlerini yapma konusunda ise kusurlusun, yapmıyorsun."
Namaza gelmiyorsun, vazifelerini yapmıyorsun, Allah yoluna koşmuyorsun, cihadını yapmıyorsun, Allah'ın dinine hizmet için zaman ayırmıyorsun, dükkândan ayrılamıyorsun, hacca gidemiyorsun, umreye gidemiyorsun.
Bu neden?
"Rızık peşine koşacağım, dükkânı kim idare eder?"
Allah'ın garantilediği bu işte koşturup durup da, Allah'ın senden istediği kulluk vazifesinde kusur etmen, geri kalman, senin basiretinin kör olduğunun, kapalı olduğunun alametidir.
Burada da aynı şeyi demek istiyor.
Mü'min nasıl olacak?
Kalbi engin ve rahat olacak. Mü'minin kalbi rahat olacak.
Nereden rahat olacak?
"Rızkımı Allah verir. Rezzâk-ı âlemdir." Bir ismi Rezzâk değil mi?
Allahu Teâlâ hazretlerinin bir ismi Rezzâk, bir ismi Nafi', bir ismi Ganî, bir ismi Muğnî, "insanı müstağni kılan, zengin kılan, ganî kılan." Mu'ti, veren, fayda veren, fayda sağlayan, yaşatan, halk eden Allah değil mi?
Bir ismi de Rezzâk değil mi?
Rezzâk.
O'na itimadı yok, boyuna parasının üstüne oturuyor, elinde tutuyor, hizmete koşmuyor, hizmete vermiyor, çalışmıyor. Tamam, sen öyle yap. Öyle yapanlar çok; herkes böyle yapıyor.
Ama bazıları da ne yapıyor?
Gerçek mü'minler ne yapmış?
Allah yolunda harcamış. Allah yolunda harcadıkça, Allah daha çok vermiş. Allah yolunda harcayana, Allah daha çok veriyor.
Allâhümme a'ti mümsiken telefen ve a'ti münfikan halafâ. "Yâ Rabbi! Malını sımsıkı tutup cimrilik edip vermeyenlerin malını telef et. Yâ Rabbi! Senin yolunda malını sarf eden, harcayana da harcadığının yerine halef ver; çok çok daha fazlasını ver." diye, melekler gökte dua ediyor.
Peygamber Efendimiz yemin ediyor;
"Vallahi, vermekten mal eksilmez! Allah yolunda vermekten mal eksilmez! Allah daha fazlasını verir."
Allah yolunda esirgemekten, vermemekten, cimrilik yapmaktan mal eksiliyor. İnsanın malına telef gelir. Zekâtını verme; harmanın yanar, gemin batar, dükkânın yağmalanır, borçlun sana borcunu vermez. Acısı öyle çıkar.
"Ey rüşvetçi! Ey haramzâde! Sen çalarsın, çırparsın, para biriktirirsin; hayrını görmezsin. Araban kaza yapar, çocuğun yaralanır, ölür, hastaneye gider, amansız hastalığa tutulursun."
Allah'ın intikamından kimse kurtulamaz. Allah'a âsi olan, Allah'ın emrini tutmayan, sonunda cezasını, belasını bulur. Allah'ın emrini tutan, sonunda güler, rahat eder ve hayra erer. Bu bir ilâhi kanundur.
Bunu mü'minler anlayabiliyor. Sağlam mü'minler anlayabiliyor, ötekiler anlayamıyor. Kurnaz kurnaz gözünü açıyor, başını sallıyor; "Ya, öyle mi? Ben ona itimat etmem, ben işimi garantili yaparım." diyor. "Garantili yaparım, yani hayrı yapmam. Parayı tutarım, biriktiririm, bankaya veririm, faiz alırım." diyor. Öbür taraftan da bin türlü zarar ediyor.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.