Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn. Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn senedinâ ve mededinâ ve üsvetine’l-haseneti Muhammedini’l-Mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn.
Emmâ ba’d:
Fe-kâle Resûlullah sallallahu aleyhi ve âlihî ve sellem:
أَحْسَنُ الْهَدْيِ هَدْيُ مُحَمَّدٍ، وَشَرُّ الْأُمُورِ مُحْدَثَاتُهَا، وَكُلُّ بِدْعَةٍ ضَلَالَةٌ. مَنْ مَاتَ وَتَرَكَ مَالًا فَلِأَهْلِهِ، وَمَنْ تَرَكَ دَيْنًا أَوْ ضَيَاعًا فَإِلَيَّ وَعَلَيَّ.
Ahsenü’l-hedyi hedyü Muhammedin ve şerra’l-umûri muhdesâtühâ ve küllü bid’atin dalâletün. Men mâte ve tereke mâlen fe-liehlihî men tereke deynen ev dayâan fe-ileyye ve aleyye.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz -Allah cümlemizi şefaatine erdirsin- İbn Sâd’ın Câbir radıyallahu anh’ten rivayet eylediği bu hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki:
Ahsene’l-hedyi hedyü Muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem. “Tutturulan istikametlerin, gidilen yolların en güzeli Muhammed’in yoludur, Muhammed’in istikametidir.”
“Hidayet yoludur. En güzel yol Muhammed’in yoludur.”
Efendimiz kendisinden üçüncü bir şahısmış gibi bahsediyor. Çünkü kendisi Allah’ın Resûlü, kendi adına konuşmuyor. Allah-u Teâlâ hazretleri onu elçi olarak gönderdiği için, ondan öyle söylüyor. “En güzel yol Muhammed’in yolu.” Yani “Benim yolum” demek istiyor. “Allah’ın razı olduğu yol, Allah’ın emrettiği yol” demek istiyor.
Başka yollar?
Başka yollar teminatlı değil, belli değil. Nereye gideceği, sonunun ne olacağı meçhul. Çünkü yolu başlatanlar, yolu tutturanlar, yolun sahipleri ve o yoldan gidenlerin nereye gidecekleri belli değil.
Ama Peygamber Efendimiz’in yolu cennete götürüyor. O belli! Cennet yolu. Hem de Allah tarafından teminatı verilmiş olan yol. “‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun.’ de onlara.” diye Allah Peygamber Efendimiz’e emrediyor. “Sana tâbi olsunlar, söyle onlara. ‘Bana tâbi olun.’ de, sana tâbi olsunlar.” diye Allah emrediyor. Resûlullah’a uymanın, Resûlullah’ın izinden, peşinden gitmenin sonu; Allah’ın rızasına ulaşmak, cennete girmek, ebedî saadete ermektir.
Başka yollar?
Bilmiyoruz ki adam hangi yola gidiyor. Yoldan geçen bir arabaya elini kaldırıyorsun, biniyorsun. Ne bileyim nereye gidecek, belli değil. Araba senin değil. Taksi değil, dolmuş değil, otobüs değil. O da duruyor, seni alıyor. Ama bilinmez ki; adam haydut mu, arsız mı, yüzsüz mü, ne tarafa gidecek, belli değil ki...
Ama Muhammed-i Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem’in yolu belli. Tarif ettiği yol, çağırdığı yol belli. Allah’ın rızasına çağırıyor, cennete çağırıyor.
Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ. Muhdesât; -şeddesiz peltek se ile- “sonradan ihdas olunan, yeni olarak ortaya çıkartılan şeyler.”
“İşlerin en kötüsü, benim söylemediğim, benim öğretmediğim, Allah’ın buyurmadığı, din nâmına başkaları tarafından ortaya atılmış, sonradan çıkma şeylerdir. İşlerin en kötüsüdür odur.”
Neden?
Allah’ın yolunu bırakıp da başkasının yeniden ortaya çıkarttığı bir yola sapan nereye gidecek?
Allah’ın yolundan başka bir yola gidecek.
Allah’ın yolundan başka bir yol da insanı doğru bir yere götürmez. Fe-mâ zâ ba’de’l-hakkı ille’l-dalâl. İnsan hak yolda yürümezse, istikâmet şu taraf, cennet şu tarafta ise başka tarafa giderse elbette cennete varamaz.
Şerre’l-umûri muhdesâtühâ. “İşlerin en kötüsü sonradan çıkmış olanlardır.”
Nasıl olacak?
Resûlullah’ın sünnetine uyacaksın.
Allah’ın Resûlü’nün yolu var. Allah’ın Resûlü’nün insanları kurtaracak yolu var. Başka yolların ne kıymeti olur?
Ve küllü bid’atin dalâletün. “Sonradan ortaya çıkmış bütün bid’atlerin hepsi sapıklıktır.”
Bu söz bizi sapasağlam bir şekilde sünnet-i seniyye-i nebeviyyeye bağlıyor. Bizi sünnete bağlıyor. “Bid’atler sapıklıktır.” diyor. Binâenaleyh, bid’ate uymayacağız. Sünnete uyacağız sünnet yolundan gideceğiz. Onun için, Peygamber Efendimiz’in hadislerini okuyacağız. Resûlullah Efendimiz’in tavsiyelerini öğreneceğiz, onun yolunda gideceğiz. Öteki yollar bid’at. Bid’atler dalâlet. Dalâlet de -dat ile- insanı cehenneme götürür.
Ğayri’l-mağdûbi aleyhim ve le’d-dâllîn demiyor muyuz? “Dalâlet yolunda gidenlerin yoluna bizi götürme.” demiyor muyuz?
Her gün Fâtiha’yı okurken onu diyoruz, Allah’tan onu istiyoruz.
Men mâte.
Ne güzel, Peygamber Efendimiz’in omzuna yüklendiği yüke bakın;
Men mâte. “Kim ölürse...”
“Kim ki öldü...” Tam tercümesi böyle; “Kim ki öldü...” demek.
Men. “O kimse ki.” Mâte. “Öldü.”
“Kim ölürse...”
Sonra?
Ve tereke mâlen. “Kim ki öldü ve arkada mal bıraktı.”
Yani ölüp arkasında miras bırakan kimse... Miras bırakıp, birisi mal bırakıp ölmüşse öldü.
Fe-liehlihî. “Mal ailesinin fertlerinindir, mirasçılarınındır. Taksim etsinler, yesinler.”
“Ne var bunda?”
Gör bak, arkasını dinle de o zaman anla. Bak arkasında ne diyor Efendimiz:
Men tereke deynen ev dayâan. Adamcağız borçlu öldü; “Ben ödeyeceğim.” diyor Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem. “Borç benim.” diyor. “Ümmetin borcunu ben ödeyeceğim.” diyor.
Şu şefkate bak! Şu insâniyetin yüksekliğine bak! Şu idareciliğe bak! Şu liderliğe bak! Şu önderliğe bak! Şu başkanlığa bak!
“Borçla ölmüşse borcu benim. Ben ödeyeceğim.” diyor Peygamber Efendimiz.
Ev-dayâan. “Veyahut da zâyi olmuş, kaybolmuş, çoluk çocuğu bakımsız kalmış, ailesi darmadağın kalmışsa...”
Fe-aleyye. “O çocuklara bakmak benim vazifem.” diyor Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem. “Ben bakacağım onlara.” diyor.
İşte böyle olur. İşte hakiki başkanlık böyle olur!
Bak, “Borçluysa borcunu ben ödeyeceğim. Kimsesiz, çoluk çocuğu ailesi darmadağın kalmışsa onlara ben bakacağım.” diyor Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.
İnsâniyeti görün. İslâmiyeti görün. Kemâli görün. Olgunluğu görün. Merhameti görün. Şu dinin güzelliğini görün...
أَحْسِنُوا -يَا أَيُّهَا النَّاسُ- بِرَبِّ الْعَالَمِينَ الظَّنَّ، فَإِنَّ الرَّبَّ عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِهِ بِهِ
Ahsinû -yâ eyyühe’n-nâs- bi-Rabbi’l-âlemîne zanne fe-inne’r-Rabbe inde zanni abdihî bi-hî.
“Ey müslümanlar, “Ey insanlar!” diyor Efendimiz bu ikinci hadîs-i şerîfinde...
“Ey insanlar! Âlemlerin Rabbine olan kanaatinizi güzel tutun. Zannınızı hüsnüzan edin, güzel tutun. Rabbiniz’den güzel şeyleri umun. Rabbiniz’in size muamelesi konusunda iyimser olun, hüsnüzan besleyin.”
Fe-inne’r-Rabbe inde zanni abdihî bihî. “Çünkü Rabbü’l-âlemîn kulunun kendisine karşı beslediği umuda göre muamele eder. Kulunun kendisine karşı beslediği hüsnüzannı boşa çıkartmaz.”
O Rabbinin rahmetini umuyor; Allah rahmetini umup duran kuluna gazap etmez. Zannına göre muamele eder.
Onun için, Allah-u Teâlâ hazretlerini sevin, hüsnüzan besleyin. “Rabbim Erhamü’r-râhimîn’dir, rahmeti geniştir, lütfu çoktur; elbette bu yüzü karayı da affeder, elbette beni de bağışlar...” diye hüsnüzan edin, diye Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz tavsiye buyuruyor.
Şu Rabbimiz’in rahmetinin genişliğine bak... Bunu kendisi mi söylüyor Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz?
Allah’ın buyruğu ile söylüyor.
Rahmeti çok...
Ve-rahmetî vesiat külle şey’in. buyurmuyor mu Kur’ân-ı Kerîm’de?
Böyle buyuruyor. “Rahmetim her şeyi içine almıştır, kapsamıştır, kuşatmıştır.” buyuruyor.
Rahmeti çok, elhamdülillah.
إِذَا آتَاكَ اللَّهُ مَالًا فَلْيُرَ أَثَرُ نِعْمَةِ اللَّهِ عَلَيْكَ، وَكَرَامَتِهِ
İzâ âtâkallahü mâlen fe’l-yüra eserü ni’metillâhi aleyke ve kerâmetihî.
Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvûd, İmam Neseî, Hâkim, Taberânî, İmam Tirmizî rivayet etmişler ve bu hadîs-i şerîfi hasen ve sahih sıfatıyla tavsif etmişler. Ebu’l-Ahvas babasından rivayet etmiş; Peygamber Efendimiz diyor ki:
İzâ âtâkallahü mâlen. “Allah sana bir mal verdiyse, vermiş ise.” Fe’l-yüra eserü ni’metillâhi aleyke ve kerâmetihî. “Allah’ın bu nimetinin emareleri, âsârı, bu ikramının belirtileri senin üzerinde görünsün.”
Nimetinin, o nimete sahip olduğunun emareleri senin üzerinde görünsün, buyurmuş. Kerâmet; ikram manâsında. Evliyaullahın kerâmeti de; Allah’ın onlara özel bir muamelesi, ikramı olduğundan öyle deniyor.
Allah bir mal verdi mi, bu Allah’ın bir nimetidir ve kerâmetidir, kula ikramıdır.
“O kerâmetinin, o ikramının, o nimetinin eseri görülsün.”
Nasıl görünecek?
Paralı olduğun, zengin olduğun, cebinde para olduğu, elinde mal olduğu belli olsun. Hırpani gezme, millet seni fakir sanmasın. Zengin olduğun giyiminden, kuşamından belli olsun. Belli olsun da fukaracık da, “Ya şu adamın parası var.” diye senden isteyebilsin. Zengin de yanılıp da sana, “Bu fakir galiba.” diye acıyıp da para vermeye kalkmasın.
Biraz böyle üzerinde belli olacak. Var giymiyor, var yemiyor. Olmaz. Allah kendisine bir nimet verdi, zenginlik verdiyse giyecek giydirecek, yiyecek yedirecek.
Bir de nimetin görünmesi nasıl olur?
Yani, “Ben şöyleyim ben böyleyim.”
Görelim bakalım, haydi görelim. Öyle mi? Haydi görelim.
Ha, sen zengin misin? Allah mal vermiş mi?
Haydi görelim bakalım!
Görülsün, yani biraz da fukarayı kolla.
Hiçbir şey vermiyor, hiçbir şey ikram etmiyor. Hayır, hasenât, sadaka, bağış filan yapmıyor, o zaman görülmüyor. Bir de öyle olabilir yani “görülsün”den murad, “Gözle de görülsün, bir de herkes de; ‘Ha, bak bu adam zengin, sağa sola veriyor.’ diye anlasın.” Saklı kalmasın bir, bir de cimrilik yapılmasın, verilsin, iki.
Bu konuda bu hadîs-i şerîfi, İmam-ı Âzam efendimiz de bir vesileyle söylemiş diye ben kulaktan duyduğum bir menkıbede duymuştum.
Horasan’dan bir zât İmam-ı Âzam Efendimiz'in şöhretini duymuş; “Kûfe’de bir alim var, maşaallah, öyle alim ki, etrafında yüzlerce talebe var. Boyuna onları yetiştirmek için çalışıyor, ne sorulursa gayet güzel cevaplar veriyor. Şöyle bilgin, böyle kıymetli insan, şöyle Allah’ın sevgili kulu Allahuâlem.” diye methini duymuş. Horasan’dan demiş ki;
“Yahu şu âhir ömrümde gideyim şu mübarek zâtın hizmetinde bulunayım, duasını alayım. Burada durup ne yapacağım. Hem ilim öğrenirim, bir şeyler dinlerim. Hem hizmet ederim bu zât’a. Duasını alır sevap kazanırım.”
Yakınlarından vedalaşmış, demek ki durumu öyle hareket etmeye müsait. Belki hanımıyla çıktı yola, nasılsa... Horasan’dan Kûfe’ye gelmiş.
İmam-ı Âzam’ı görecek, İmam-ı Âzam’ın hizmetine girecek, ömrünü İmam-ı Âzam’ın yanında geçirecek arzusu bu. Güzel bir arzu! İlahi mükâfaatı isteyen, âhiret sevabı isteyen bir insanın düşünce tarzı. Kûfe’ye gelince sormuş hemen karşılaştığı kimselere;
“Burada bir Ebû Hanîfe isminde alim varmış, İmam-ı Âzam derlermiş, ders verirmiş, talebeleri çokmuş. Acaba onu nerede bulabilirim?” diye sormuş birisine, yoldan geçen birisine. O da demiş ki:
“Aha işte, ta karşıdan geliyor bak. Sorduğun adam ne tesadüf karşıdan geliyor.” demiş.
Bu zât, karşıdan geliyor deyince, uzaktan bir bakmış, yakışıklı giyimli bir adam. Cübbesi güzel, sarığı güzel, her şeyi böyle çakı gibi güzel. Her şeyi... Ondan sonra yüreği cız etmiş; “Yahu ben bu adam için mi geldim. Şimdi bu adam giyim güzel, demek ki dünya ehli.” demiş.
O sanıyormuş ki böyle beli kambur, abasında 40 tane yama olan, bembeyaz sakallı bir pîr-i fâni görecek. Hayalindeki tip değil; yakışıklı çakı gibi bir adam. Hem de güzel giyimli; sarığı güzel cübbesi güzel filan. Pahalı da bir kumaş filan, belli. Demiş;
“Bu dünya ehli yahu. Ben bunun yanına gitmeyeyim. Bu benim tahmin ettiğim, aradığım insan değil. Ben âhiret adamı arıyorum, evliyaullahtan bir kimse olsun istiyorum. Dünya ile alakasın kesmiş bir kimse olsun istiyorum. Şunun yanına hiç gitmeyeyim.” demiş. Yani adam Kûfe’ye kadar geldiği halde uzaktan bakıştan niyetinden vazgeçmiş.
Sonra takip etmiş İmam-ı Âzam’ı gözüyle. İmam-ı Âzam orada bir manav dükkanına girmiş, üzüm satan dükkana. Dükkanın önünde küfeler var; iki üç tane oradan almış üzüm, iki üç tane oradan almış. Boyuna her küfeden alıyor, üzümleri yiyor. Demiş ki:
"Aa aa aa! Yahu bu üzüm alacaksa girsin, 'şundan alacağım' desin. Herkes böyle didiklerse üzümleri, üzümler biter. Bu çeşni, tadını tatmaktan, tadına bakmaktan çok öteye gitti bu, çok yedi. Bu adam demek ki haramı helali de pek aldırmıyor. Şu hâle bir bak! Üzümden nasıl atıştırdı. Baya bir yarı karnı doydu. Dünya ehli zaten. Giyimi kuşamı da güzel. Yediğine de pek dikkat etmiyor. Ben bunun yanına varmayayım.” demiş, kararı kaha da kuvvetlenmiş.
Sonra İmam-ı Âzam çıkmış dükkandan, böyle yürümüş gitmiş. O da biraz isteksiz isteksiz caddeden yürümüş. İmam-ı Âzam bir ara sokağa girmiş. O da oraya kadar yürümüş. Arkadan bakmış, sokağın öbür köşesinde bir kadınla senli benli konuşuyor İmam-ı Âzam. Samimi samimi konuşuyor;
“Oh demiş, önüne geleni ye, beğendiğini giy, kadınlarla da köşe başında sohbet eyle, güle oynaya samimi samimi mütebessüm filan. Bir de âhiret adamıyım, İslâm alimiyim diye geçin. Böyle şey olur mu ya?” filan diye, dönmüş Horasan’a gidecek.
Köşeyi dönünce İmam-ı Âzam sokağın içinden adıyla, “Dur ey filanca!” diye hitap etmiş. Hop afallamış.
Çünkü Horasan’dan Kûfe’ye ilk geliyor, nereden bilecek adını sanını? Allah bildirmezse, kerâmet sahibi olmazsa nereden bilecek?
Afallamış “Allah Allah! Nereden bildi ismini!?” İmam-ı Âzam demiş;
“Gel... Bu benim konuştuğum kadın benim hanımım, ailem. O üzümlerini yediğim dükkân benim dükkânım. Neden bütün küfelere baktım. Çünkü adamlarıma, ‘Üzümleri olgun kopartın, koruk kopartmayın, koruk kopartırsanız müşteri beğenmez, alınan para helal olmaz.’ diye hepsinin emrime uygun toplanıp toplanmadığına baktım. Dükkan benim mal benim, bakmaya hakkım var.” demiş.
Bir de koruk satmasınlar diye takvadan dolayı bakıyor, yani bayağı teftiş ediyor.
“Sonra, bu hanım benim hanımım. Ona, ‘Yemekleri hazırla, akşama Horasan’dan misafirimiz var.’”
Oradan da bir afallamış.
“Üzerimde ki elbiselere gelince...” demiş, bu hadîs-i şerîfi veya bu manâdaki başka bir rivayeti söylemiş;
“Allah bir kuluna zenginlik verdi mi, nimet verdi mi, ikram etti mi, onun eserini üzerinde görmeyi ister, görünmesini ister. Ben bundan böyle giyiniyorum.” demiş, böyle açmış, “Sen benim içime bak.” demiş.
Asıl olan kalbi, mühim olan kalbi de, galiba içinde de basit bir elbise varmış.
Böyle bir şey duymuştum, İmam-ı Âzam’ın menakıbı hakkında…
Allah bilir. Fakat güzel bir menkıbe olarak hoşuma gider, vaazlarımda söylerim. Çünkü insanlar, uzaktan insanları değerlendiriyorlar, bazen yanlış değerlendiriyorlar. Bazen bir davranışı uzaktan kötüye yorumluyorlar. Halbuki sorsalar bir mâkul sebebi var.
“Ha öyle mi? O zaman tamam.” diyeceği bir durum var. O bakımdan güzel işaretler veriyor insana.
Tabii İmam-ı Âzam Efendimiz'in büyüklüğünü de gösteren bir menkıbe ayrıca. Bu hadîs-i şerîfle de ilgili.
Demek ki; Allah’ın nimetinin eseri üzerimizde görülecek. Bir, giyim kuşamımız kırk yamalı olmayacak, Allah vermişse verdiğini giyeceğiz; iki. Paramız pulumuz varsa biraz da fukara görecek, “Bakalım parası varsa görelim!” dediği gibi. Yani onlara da verilecek.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
إِذَا أَحْبَبْتَ رَجُلًا فَاسْأَلْهُ عَنِ اسْمِهِ وَاسْمِ أَبِيهِ. فَإِنْ كَانَ غَائِبًا حَفِظْتَهُ، وَإِنْ كَانَ مَرِيضًا عُدْتَهُ، وَإِنْ مَاتَ شَهِدْتَهُ
İzâ ahbebte racülen fe’s-elhü ani’s-mihî ve’s-mi ebîhi fe-in kâne ğâiben hafıztehü ve in kâne marîden udtehû ve in mâte şehidtehû.
İbn Ömer radıyallahu anhümâ’dan Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
“Bir adamı sevdin mi, sevmiş isen bir adamı.” Fe’s-elhü ani’s-mihî. “’Senin ismin ne?’ diye o adama isminden soru sor.” Sen kimsin, ismin ne diye soru sor, bir. Ve’s-mi ebîhi. “Baban kim, hangi kabiledensin, kimlerdensin?” diye sor, yani tanı.
İyice tanımak için mesleğini sorarsın, memleketini sorarsın. Ben nüfus memuru gibi sorguya çekiyorum birisi ile karşılaştım mı.
Nerelisin, hangi kasabadansın, falancayı tanır mısın, ismin ne, baban ne iş yapardı soruyorum.
Neden?
İşte bu hadîs-i şerîflerden dolayı.
Fe-in kâne ğâiben hafıztehü. “Eğer gaib ise, onu korursun.”
Yani adamı seviyorsun ya olmadığı yerde müdafaa edersin, savunursun. Çünkü iyi tanımış olursun.
"Yahu kasabamıza hırpani kılıklı bir adam geldi, hırsız mı ne? İyi niyetli mi kötü niyetli mi?"
"Yok canım, ben onu tanıdım, o falanca kabileden çok dürüst, çok tanınmış bir zât’ın oğlu. İyi bir aileden. Yok bir şeyi." filan... Olmadığı yerde savunursun onu. Gıybeti yapılırsa, aleyhinde düşünülürse savunursun. Olmadığı zaman korursun.
Ve-in kâne marîden udtehû. “Hastalanırsa, anasını babasını, soyunu sopunu, evini barkını, adresini öğrendiğin için gider ziyaret edersin.”
Kardeşim, camide görünmüyorsun, hasta mı oldun? Neyin var? Doktor bulalım, hekim bulalım, bilmem ne filan. Ziyaret edersin. Allah şifa versin. Dur ben bir okuyayım sana filan. Ziyaret edip hasta ise hatırını yoklarsın. Gönlünü alacak şeyler yaparsın.
Ve-in mâte şehidtehû. “Ölürse cenazesinde bulunursun, son vazifelerini yaparsın.”
Demek oluyor ki sevdiğimiz insanı iyi tanımaya çalışacağız, biraz soruşturacağız.
Sanıyorum, Abdullah b. Ömer radıyallahu anh’ın bir kimse ile muhabbeti olmuş da, Peygamber Efendimiz;
“Bu kim?” diye sormuş. O da;
“Bilmiyorum.” demiş. “Sevdim, işte camide namaz kılıyordu, sevdim ama bilmiyorum.” deyince galiba Peygamber Efendimiz böyle buyurmuş.
Bazen camiye birisi geliyor, hiç kimse halini hatırını sormuyor, kalkıyor gidiyor. Bizim Türkiye’de çok oluyor. Bazan bana mektupta yazıyorlar;
“Hocam dört senedir sizin vaazlarınıza, Pazar derslerine gelirim. Ne arayan, ne beni soran var. Dört senedir bir tane ahbap edinmedim.” diyor.
Çok ayıp cemaate! Cemaat geleni bir soracak, tanıyacak, gel çorbayı beraber içelim diyecek, muhabbeti ilerletecek filan...Bir arkadaş kazanmış olacak. O arkadaş da ısınmış olacak. Her bakımdan kârlı olacak.
Peygamber Efendimiz her işimizi bak bize öğretiyor. Birisini sevdin mi ismini, babasını, vesairesini sor. Her şeyimizle ilgileniyor Peygamber Efendimiz. Dişlerini fırçalamaktan, tanıdığı insanın halini hatırını sormaya varıncaya kadar, bizi toplum yönünden muhabbetli bir toplum hâline gelelim diye her bakımdan eğitiyor, hem dünyamızı hem âhiretimizi mutlu kılacak güzel bilgiler öğretiyor.
Allah peygamber Efendimiz'in şefaatine erdirsin. Ona en güzel tarz da uymayı nasip eylesin. Böylece iki cihan saadetine erenlerden eylesin cümlemizi.
El-Fâtiha.