Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîne hamden kesiren tayyiben mübâreken fîhi, kemâ yenbağî li celâli vechihî ve li azîmi sultanih.
Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve üsvetine’l-haseneti Muhammedini’l-Mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ecmaîne’t-tayyibîne’t-tâhirîn.
Emma ba’d.
Fe-kâle Resûlullah, sallallahu aleyhi ve sellem.
مَنْ لَا يَهْتَمُّ بِأَمْرِ الْـمُسْلِمِينَ، فَلَيْسَ مِنْهُمْ؛ وَمَنْ لَمْ يُصْبِحْ وَيُمْسِ نَاصِحًا لِلهِ وَلِرَسُولِهِ وَلِكِتَابِهِ وَلِإِمَامِهِ وَلِعَامَّةِ الْـمُسْلِمِينَ، فَلَيْسَ مِنْهُمْ.
Men la yehtemmü bi emri’l-müslimin fe leyse minhüm. Ve men lem yusbih ve yümsi nasihan lillahi ve li resûlihi ve li kitabihi ve-li imamihi ve li ammeti’l-müslimine fe leyse minhüm.
Sadaka Resûlullah, fi-mâ kal ev-kemâ kal.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Dinimizin bilgilerinin, ahkâmının birinci kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Onun için hepimizin Kur’an-ı Kerim’i çok okuması lazım. Tefsirine çok önem vermesi lazım, ahkâmını öğrenmesi lazım. Dinimizin inceliklerinin kaynağı da; Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz'in hadis-i şerifleridir. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz kendisine Allah tarafından celle celâluh indirilen Kur’an-ı Kerim’i; hem insanlara harfiyen -harfi harfine- tebliğ etmiştir, hem de açıklamasını vermiştir. Açıklamıştır, öğretmiştir.
Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz'in sünneti, Kur’an-ı Kerimin tefsirdir. Kur’an-ı Kerim’in tefsirine bakmadan Arapça bilen bir insan Kur’an okursa anlayabilir mi?
Anlayamaz.
Çünkü Arapça'dan çok daha öteye, çok daha derine, çok daha yükseğe gider. Arapça bilenler de tefsir okumazlarsa, tefsir kitaplarında bildirilen bilgileri öğrenmezlerse, onlara bakmazlarsa Kur’ân-ı Kerîm’den bir şey anlayamazlar. Onun için Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz'in hadis-i şeriflerini son derece büyük bir sevgi ve saygı ile, dikkatle ulemamız, sahabe-i kiramdan itibaren toplamışlar; kitaplar hâline getirmişler ve bize öğretmişlerdir.
Elhamdülillah bizim Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendimiz çok güzel bir hadis kitabı düzenlemiş, hadis-i şerifleri toplamış, hadis-i şerifleri şöyle bir gülistan gibi düşünürsek, türlü türlü çiçeklerle dolu uçsuz bucaksız bir gül bahçesi alanı, tarlası diye düşünürsek; bu bir demet, bir buket toplamdır.
Ama mübarek hocamız Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin diyor ki: "Bu kitabı tam olarak dikkatle bir kimse okursa, kısa zamanda hakikatli bir alim olur."
Kısa zamanda hakikatli yani dinin esrarına, ahkâmına âşina, inceliklerini bilen, ileri bir alim olur. O zaman Arapçası bir cilt olan, tercümesi iki cilt olan şu kitabı okuyalım lütfen! Kardeşlerim gayret etsin, özensin, uğraşsın, okusun, öğrensin. Allah-u Teâlâ hazretleri bize de bunun açıklamasına başından başlayıp, sonuna kadar güzelce yazıp neşretmeyi nasip etsin.
Bu birinci hadis-i şerif Huzeyfe radıyallahü anh'ten Tayalisî rahmetüllahi aleyh tarafından rivayet edilmiş bir hadis-i şerif.
Sayfayı gördüğünüz gibi kura ile çektik, kısmetinize bu çıktı. Bu kitabın benim dikkat ettiğim bir güzelliği, özelliği de; nerede böyle kura çekersem, çıkan hadis-i şerifler tam oraya uygun söylenilecek hadisler oluyor. Çok hoşuma gidiyor.
"Tam bunları söyleyecektim iyi oldu bunları söylediğim" diye. Çünkü konular çok çeşitli olunca İslâm dini bir uçsuz bucaksız umman... Bunun ben neresini anlatayım. Bir yarım saat, 45 dakika içinde zor. İnsan ancak bir kısmını anlatabilir. Ama hangisini seçeyim. Mevzu seçmek de zor. Onun için böyle kendiliğinden seçilmiş konular çok uygun oluyor.
Bakın bu birinci hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz'in nasihati şu:
Müslümanların işi ile Müslümanlar ilgilenecek, ilgisiz kalmayacak. Kendi işi ile değil! Müslümanların işi ile ilgilenecek Müslümanlar.
Hepimiz neyle ilgilenmekle vazifeliyiz? Müslümanların işi ile ilgilenmekle vazifeliyiz.
Hem de o kadar önemli ki bu!
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki,
Men la yehtemmü bi emri’l-müslimine fe leyse minhüm.
"Müslümanların işi ile ilgilenmeyen Müslümanların işini kendisine gam-keder konusu etmeyen, tasa konusu etmeyen, Müslümanların işinden dolayı üzülüp telaşlanmayan kimse bizden değildir."
Ooo! Kendisinin olduğu topluluktan çıkartıyor. "Sen Müslümanların derdi ile dertlenmiyorsun, onların işi ile ilgilenmiyorsun, müslümanların umumunu düşünmüyorsun. Çık! Bizden değildir " diyor. Bizden değildir, çok ağır bir söz.
Fe-leyse minhüm. "Onlardan değildir, Müslüman değildir."
Müslüman, toplum düşüncesi çok yüksek olan bir insandır. Dünyada görüyorsunuz pek çok insan önce kendi işini düşünür. "Evvela can, evvela can" der kendi işini düşünür, kendi kârını düşünür. Hatta kendi kâr etmek için Müslümanları satar. Müslümanları zarara uğratmaktan kılı kıpırdamayan insanlar var.
Memleketi satar.. Memleketi milyarlarca lira zarara uğratır. Bir ihale olur, o ihaleyi fabrika ile anlaşır, "şu kadar şu kadar pay verirlerse ben bu ihaleyi kabul ettiririm" der. Cebini doldurur, köşeyi döner. Döner ama onların satıcısı, onu memleketimize çok pahalıya satar. Bizim memleketimiz çok büyük zarara uğrar. Doğru düzgün pazarlık eden bir insan olsaydı, yarı fiyatına alınacaktı.
Sonra böyle devletin bazı ihalelerini okuyoruz, kendisi almak için dilekçe vermiş.
"Bu işi ben alacağım."
"E ne kadar para istiyorsun?"
"Şu kadar milyar dolar." demiş.
Ama ona vermemişler. Sonra bir başka şirket almış, o şirket de ona işin bir kısmını vermiş. Teklif ettiği "ben alırsam şu kadar para isterim." dediği fiyatın onda birine onu yaptırmış, o onda dokuzunu fazlalıktan istiyor. Bunların misalleri var. Okuduğum kitaplar var yanımda. İsmi ile cismi ile bunları biliyoruz.
Müslümanın, onlardan çok büyük farkı vardır. Müslüman; toplumunu düşünür. Müslümanları düşünür, müslümanların işini düşünür, müslümanların derdi ile dertlenir. Kendisi çok rahatta olsa, altında en yeni araba da olsa, evi en geniş ev de olsa, ticareti en çok kazançlı ticaret de olsa, sağlığı afiyeti en güzel de olsa, her akşam en güzel yemeklerini de yese, dertlidir.
"Niye dertleniyorsun kardeşim ya. Senin herşeyin tastamam. Senin her şeyin güzel niye üzülüyorsun?"
Müslümanlara üzülür. Çeçenistan’a üzülür, Bosna'ya üzülür, Filistin'e üzülür. Hergün kahrolur, mahvolur, kan ağlar, kanlı gözyaşı döker. Bağrına hergün hançer saplanır. Hiç kendisinin özel bir şeyi yok, sıkıntısı yok ama üzülüyor.
Neden?
İmandan!
Çünkü müminler birbirlerinin kardeşidir. Biz birbirimizin kardeşiyiz.
Hem de bu kardeşlik, öyle edebiyat kardeşliği değildir. Laftan dolayı karşımızdakine "hadi canım" diyoruz. Ne canı! Söz gelimi.
"Öyle değil kardeş."
Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz'in zamanında; Müslümanlıkta ki kardeşlik, öz kardeşlikten öne geçmiş. Bunun misalleri çok!
Her şeylerini bölüşmüşler; kardeşi için her türlü fedakârlığı yapmış. Hakiki kardeşlik; candan ve sonucu görülen bir kardeşlik. Biz öyle kardeşiz!
Allah yapmacığı sevmez. Hakikiyi sever, gerçek olanı sever. Müslümanlar birbirleri ile hakiki kardeştir. Palavra değil, şaka değil, edebiyat değil. Söz gelimi söylenen söz değil.
Müslüman Müslümanın kardeşidir. Onu yardımsız bırakmaz, onu horlamaz, onu tepelemez. Hadis-i şerifler bu konuda. Üzmez, savunur, olmadığı zamanda bile savunur, korur, kollar. Hakiki Müslümanlar böyledir.
Böyle olmayan, yani kendisini düşünüp de Müslümanları düşünmeyen, Müslümanlardan değildir. Onlardan değildir, Müslüman değildir.
Çok, çok ağır bir sözdür bu! Çok ağır bir sözdür. Eğer bizim bu tarakta bezimiz yoksa, biraz fazla bencilsek, Müslümanları düşünmüyorsak, Müslümanlara yardım etmek istemiyorsak, böyle olan bir kimsenin kendisini toparlaması lazım.
Allah razı olsun ben hatırlıyorum, hem Türkiye’den hem Avrupa’daki kardeşlerimizden. Dünyanın neresinde Müslümanların başı derde girse, nice nice paralar toplanır, nice nice tırlarla mallar gönderilir.
Bizim İstiklal Harbimizde de Hindistan’dan, Pakistan’dan Müslümanlar nice paralar göndermişler tarih kitapları yazıyor. Büyük miktarlarda altın paralar göndermişlerdi. O paralar idarecilerin eline kadar ulaşmıştı; o paralarla devletin bazı işleri yapılmış.
Hindistan’dan, Pakistan’dan bizi düşünmüşler, bize yardım göndermişler. Sonra belki duymadınız ama Libya’nın olduğu yerlerden -o zaman Trablusgarp deniliyordu- oralardan bizim İstiklal Harbi yaptığımız zaman bizim cephelerimizde çarpışmak üzere gelmişler, çarpışmışlar. Hem de devletin büyükleri, onların oğulları falan çarpışmışlar.
Bir teşekkür bile etmeyiz, yazmayız bile! Tarih kitapları yazmaz bile! Halbuki bir satır yaz hiç olmazsa, "İstiklal Harbinde, Libyalı kardeşlerimiz de bize yardım etmişti " de. Biz de bilelim sevelim, muhabbet olsun, teşekkür duygusu olsun, ben de ona bir yardımcı olmak isteyim.
Bunlar neden?
Libya’nın gelip bize yardım etmesi neden?
Hindistanlı, Pakistanlı Müslümanların buraya tonlarla çok kıymetli miktarlar paralar göndermesi neden?
Hakikaten kardeşlik oluyor, lafla değil.
Ben uluslararası bir toplantı da Pakistanlı birisiyle tanıştım. "Benim babam Osmanlı aşığı idi. Ne zaman Osmanlı anılsa ağlardı 'onların hepsi evliyâ' derdi ve onlara kendi dilimizden kasideler yazmıştı. Amma ben bu aşk ile, bu şevk ile, babamdan gördüğüm bu manzara üzerine kalktım bir İstanbul’a gittim. Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü."dedi.
İstanbul’a bir gitmiş ki; nerede babasının tasvir ettiği, anlattığı Müslümanlar, nerede şimdiki zamane İstanbul ahalisi...
Ama eski Müslümanları, yani has Müslümanları İngilizlerden çok metheden kimseler var. Savaşmışlar, yaraladıkları İngiliz’i sırtına almış, yaralı adam diye acıdığından, düşmanı öldürmemiş, hastaneye taşımış. Anlata anlata kitaplarda bitiremiyorlar
Bizim Berlin’de bir kardeş vardı. Onun babası Yemen’de bir Almanı günlerce sırtında taşımış, taşımış, taşımış hayatını kurtarmış. O da buraya geldiği zaman, babasının hayatını kurtarmış olduğu o Almanın ismini cismini, adresini biliyormuş.
"Gideyim şunu ziyarete" demiş, kalkmış gitmiş. Bulmuş adamı, ihtiyar adam. Kapısını çalmış, demiş ki:
"Ben felancanın oğluyum."
"Yaa öyle mi!"
Berlin'de boynuna bir sarılmış, bir ağlamış.
"Ben hayatımı senin babana borçluyum. Her şeyim senin. Bak şu evim, buyur bu evi sana veriyorum." demiş.
O da demiş ki:
"Senin evin sana mübarek olsun, ben bir şey almaya gelmedim, sadece seni ziyarete geldim." demiş.
Bunlar neyi gösteriyor?
Bizim dedelerimizin ahlakının çok güzel olduğunu gösteriyor.
Çanakkale harbi oldu da, her zaman Anzaklar, Çanakkale’ye geliyorlar ya, -Avustralya, New Zelanda orada ölenlerinin hatırasına tören yapmak için Çanakkale’ye geliyorlar- Avustralya’da da çok törenler, çok konuşmalar yapıyorlar.
Bir arkadaş anlattı, televizyona Çanakkale’ye savaşmaya gelmiş olan bir gaziyi çıkartmışlar. Gazi değilde eski bir savaşçıyı çıkartmışlar. Çünkü gazilik, Allah yolunda savaşılırsa olur.
"Allah yolunda olmayınca ne şehit olur, ne gazi
Haydeye gider Niyazi."
O kadar başka bir şey olmaz!
Allah yolunda olmayınca, inançlı olmayınca insan şehit olmaz. Allah’ın rızasını kazanmak için değil de, "ya şu savaşa bir girelim, arka taraflarda dolaşırız. Ondan sonra cebimizi, kasamızı, kesemizi doldururuz geliriz. Kurt dumanlı havayı sever şuralardan bir şeyler elde ederiz."
Öyle şey yok!. Önüne gelen malı alamaz Müslüman. Bütün mallar ortaya toplanır, beytü’l-mâli müslimine yüzde yirmisi ayrılır. Yüzde sekseni gazilerin arasında bir deftere kitaba uygun olarak dağıtılır.
İslâm’da öldürdüğü insanın saatini, kol saatini, evine girdiği insanın altınını, çeyizini alamaz. İslâm’da öyle şey yok!
O savaşçıya:
"Bu Çanakkale harbi nasıl oldu, ne oldu" falan diye sormuşlar.
O Avsustralyalı demiş ki:
"Biz, dünyanın en asıl milleti ile orada çarpıştık ve çok haksızlık ettik. Onlar haklıydı. Dünya, onlar kadar asil asker görmedi" demiş.
O zaman ki kardeşlerimiz öyleydi. Babalarımız, babalarımızın, dedelerimizin kardeşleri...
Bir hatıra daha. Bunu da kimden duyduğumu şu anda hatırlayamıyorum. Çanakkale’de iki asker siperlerde ağlıyorlarmış. Ağlıyor adamlar. Komutan çıkmış gelmiş. Bir de bakmış ki köşede, iki tane askeri ağlıyor.
"Gelin buraya, niye ağlıyorsunuz siz." demiş.
"Yok bir şey komutanım." demişler.
"Yahu söyleyin, niye ağlıyorsunuz. Ölümden mi korkuyorsunuz."
"Yok komutanım."
"Çoluk çocuğunuzu mu özlediniz. İsterseniz size izin vereyim, köyünüze gidin gelin, bir hal hatır sorun, hallerini anlayın. Bir başka derdiniz mi var."
"Yok."
"Ya Allah aşkına söyleyin. Çok merak ettim asker ağlar mı?"
"Madem and verdin komutanım söyleyelim. Biz buraya Allah yolunda savaşalım da şehit olalım diye geldik. O niyetle iki kardeş buraya geldik. Kaç harbe girdik, kaç çarpışmaya girdik bir türlü ölmüyoruz. Allah Allah şehit olamıyoruz. Acaba Allah bize şehitlik nasip etmeyecek midir. Nedir bizim halimiz." diye ona ağlıyoruz demişler.
Böyle insanlardı. İşte Müslümanların kardeşliği böyle kardeşlikti. Böyle insanların kardeşliği idi. Zamane insanlarının yüze gülüp de arkasından kuyusunu kazmak, çelme takmak, pabucunun altına karpuz kabuğu koymak tarzındaki yalancılığın mürailiği değildi.
Müslümanların işi ile ilgilenmeyen "işleri demiyor işi" diyor. Yani umumi olarak Müslümanları ön plana alacak. Kendi işi değil de "Müslümanların işi" onunla dertlenmeyen, ona karşı gayret sarf etmeyen, ondan gamlanmayan, kederlenmeyen, üzülmeyen, ona ihtimam etmeyen kimse;
Fe-leyse minhüm. "Müslümanlardan değildir." Peygamber Efendimiz söylüyor. İşin şakası yok!
Ve-men lem yusbih ve yümsînâ sabâhı. "Her kim ki sabahlamıyor, akşamlamıyor."
Nâsihan-lillah. "Allah’a samimi bağlı olmadan."
Allah’a samimi bağlı olmadan sabah akşam ediyor. Öyle şey yok. Allah’a karşı bağlılığı, kulluğu samimi değil.
Ve-li rasülihî. "Ve Resulü’ne karşı bağlılığı içten değil, samimi değil, hakiki değil."
Ve-li kitâbihî. "Kur’an-ı Kerim’e bağlılığı hakiki değil, candan değil."
Ve-li imâmihî. "Müslümanların önderine, -herhangi bir devletin başındaki adama değil. Libya lideri falanca, Suud kralı falanca, Irak başkanı- öyle bir şey yok! İmamü’l-Müslimin. "Müslümanların hakiki imamı."
Ve-li ammeti’l müslimin. "Müslümanların umumuna karşı."
Bu sayılanlara karşı samimi duygular beslemiyorsan; Allah’a karşı, Resulü’ne karşı, Kur’an’a karşı, Müslümanların başındaki önderine karşı ve Müslümanların hepsine karşı, toplumuna karşı içten samimi duygular beslemiyorsa;
Fe-leyse minhüm. "Onlardan değildir."
Burada sayılanlara bir daha dikkat edelim.
Nâsihan-lillah. "Allah’a karşı samimi olacak." Bütün Müslümanlar Allah’a karşı samimi olacak.
"Rabbin kim?" Konuşmasını öğrenen çocuk bile söylüyor.
"Rabbim Allah."
"Sen nesin."
"Ben Allah’ın kuluyum."
"Aferin, maşaallah. Allah’ın kulu Allah’a ne yapar?"
"İbadet eder, emrini tutar, sözünü dinler." Öyle şey yok, samimi değil. Olmaz!
Ve-li rasulihî.
"En çok kimi seviyorsun."
"Allah’ı seviyorum."
"Sonra kimi seviyorsun."
"Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’yı seviyorum."
"Peki ben bu sevgiyi nereden anlayacağım. Ya yalansa... Seviyor musun, sevmiyor musun?"
"Seviyorum."
Nereden belli. Seven insan, sevdiğinin sözünü dinler. Sen Resûlullah’ın sözünü dinliyor musun, sünnetine uyuyor musun, tavsiye ettiği şeyleri yapıyor musun, emirlerini yerine getiriyor musun, ibadetlerde sünnetleri uyguluyor musun, peygamber Efendimiz'in hayatını okudun mu?"
Küçüğünden başlayıp -rahmetli Asım Köksal’ın İslâm Tarihi’ni demiyoruz- Küçücük bir kitaptan Peygamber Efendimiz'in hayatını okudun mu, hayatını öğrendin mi, Peygamber Efendimizi anlatan, yazılmış şöyle güzel bir kitap okudun mu, Peygamber Efendimiz'in hadis-i şeriflerini biliyor musun? Peygamber Efendimiz bizden ne istemiş, neyi tavsiye etmiş.
Veda hutbesini okudun mu? Peygamber Efendimiz haccetmiş; bütün insanlar toplanmış, yani bir vasiyet gibi hacda nasihat etmiş.
Okudun mu, nelerden bahsediyor.
İmtihan edelim. Hadi kâğıtları, kalemleri, çıkartın. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, Veda haccında hutbede Müslümanlara neler söylemiş?
Hadi, hodri meydan. Halep orada ise, arşın burada. Müslümansın çık bakalım. Çıkart kâğıdı kalemi.
"Hocam valla bizi öyle bir yerden yakaladın ki kapıdan bile kaçamıyoruz. Hiçbir şeyimiz yok."
"Ha o zaman bu akşam gidersin okursun. Bu akşam okuyamazsan yarın okursun."
Kütüphanede güzel güzel, yaldızlı yaldızlı, nice mübarek kitap duruyor. Ama biz hergün gazete okuyoruz, hergün televizyon seyrediyoruz, hergün kahveye gidiyoruz, hergün bir paket sigara tüketiyoruz havaya üflüyoruz. Kahveye girdiğin zaman kahvenin havası böyle dalgalanıyor; dumandan üst taraf görünmüyor, eğilerek girersen kahvedeki insanları o zaman görüyorsun.
Sigara Suudlulara göre haram. Bizimkilere göre kerahat-i tahrimiyye ile mekruh. Harama yakın nâhoş bir şey. Bizimkiler neden haram dememişler? Suudlular haram diye, yasak diye basmışlar.
Çünkü haram demek için hakkında bir ayet olacak, bir kat'i delil olacak, kat'i delil olmayınca; onun için haram dememişler. Yoksa sigarayı beğendiklerinden değil.
Ben eski kitapların satıldığı Beyazıt Camii’nin arkasında bir Sahaflar Çarşısı vardı oraya gitmiştim. Oradan bizim fakülteye bir sürü kitap aldık. Binlerce kitap aldık. Fakültenin kütüphanesine devletin parası ile kitapları aldık. Ayırdık, ayırdık...Önümüze geleni, beğendiğimizi ayırıyoruz sonra toptan listeye geçiyor. Pazarlık yaparak fakülteye birçok kitap kazandırdık.
Orada ben kitapları karıştırırken, elime yazma bir eser geçti. Baktık içinde hazineler var, çok güzel. Benim için orada dünyada eşi bulunmayan bazı şeyler var, benim için binlerce kere değerli.
Kitapçıya:
"Ben bunu şahsen almak istiyorum. Ben bunu kendim alacağım, fakülteye almayacağım. Bunu devlet vermeyecek." dedim.
"Hocam, hediyemiz olsun."
"Yoo dedim. Öyle şey yok. Ben senden kitap alıyorum diye, sen bana durup dururken bunu hediye etmiyorsun ki, ben böyle şeyi kabul etmem. İlla parasını alacaksın." dedim.
"Ne verirsen ver hocam."
"O da olmaz." dedim. Orada baktım kenarları altın yaldızlı gözlüklü, çok okumuş, okumaktan saçları dökülmüş, kelli, felli, bilgiç bir kimse var. O hakem olsun." dedim.
O da anlıyor 'kitaba bakayım falan' dedi. Hakem oldu; bir fiyat biçti, biz de o fiyatı verdik kitabı aldık.
Gayrimeşru bir şey olmasın diye -meşru yoldan hakem tayini ile- istediği fiyatı verdik, pazarlık yapmadık. Kitap benim için çok önemli, aldım ben. O satıyor. 'Ne istersen ver' dedi. Ben 'öyle şey olmaz' dedim. Hakemle aldık.
O eskiden yazılmış bir kitaptı, tütünün ilk çıktığı zaman. Eskiden sigara içmek moda değildi. Ayet olmaması, hadis olmaması ondan dolayı. Kur'an-ı Kerim sigaradan bahsetmiyor, hadis-i şeriflerde de yok.
Neden?
O zaman böyle bir nesne yoktu da ondan.
Amerika bulunduktan sonra Amerika’ya gidip gelenler -şimdi işçilerin memleketinden Avrupa’ya gelip gittikleri gibi- o zaman da Amerika'ya gidip geliyorlarmış. Orada tütünü bulmuşlar. Selanikliler tütünü getirmişler. Ondan sonra Vardar ovasına, Yenice ovasına, Selanik’in yanındaki vadilere bunları ekmişler, ondan sonra tüttürmeye başlamışlar. Millet de "Allah, Allah bunlar ne yapıyor, ağzı mı yanıyor, duman çıkıyor" bilmem ne garipsemişler. Garipsenen şey de sonra moda oluyor.
Mesela şu bluejean pantolon; ütüsü yok, mütüsü yok. Eskiden biz ütüsüz bir yere gitsek kıyamet kopardı. Ütü olacak, yakalar kolalı olacak. Nişastaya batırırlardı, ütülerlerdi, kazık gibi dururdu. Menderes’in bile öyleydi şeyi, öyle dururdu. İllâ manşetler olacak falan. Böyle çok muhafazakâr giyim olurdu.
Sonra bu bluejeanlar çıktı. Ne ütü var, ne bir şeyi var boru gibi. Oturduğun zaman da kırışıyor -soba borusunun dirseği gibi, kıvrılıyor falan- hiç kimsenin aldırdığı yok.
Daha sonra daha ilerileri çıktı. Dizi yırtık öyle geziyor. Hoppala, yenisini almıyor. Yeni bluejean giriyor taşlamaya; hırç, hırç, hırç, sürtüle, sürtüle eskitiliyor, eskisi giyiliyor. Sonra paçalarının püsküllü olması çıktı, kıvrılmış, dikilmiş falan değil, püsküllü olacak. Sonra yırtık olanlar çıktı. Yarısından yırtık.
Millet bunları nasıl giyiyor, ben şaşırdım. Yani moda öyle! Acayip şeyleri bakıyorlar ki, oluyor, millet de yapıyor.
Oğlana diyorsun ki "oğlum bak burada gıcır gıcır taptaze bluejean var."
"Yok, ondan istemem." diyor. Taşlanmışını istiyor. Ömrünün yarısı gitmiş, taşların arasında ezilmiş, onu istiyor. Ondan sonra deliğini istiyor, yamalısını istiyor. Arkasında delik var, dizinde delik var onu istiyor. Yeni olarak onu satıyorlar, yırtık satıyorlar. Paçası dikilmemiş, böyle iplikleri sarkıyor, onu istiyor. Ben anlayamadım. İşte tütün de öyle yayılmış.
Benim o aldığım kitapta o devirde, Mekke’de ki dört kadıya sormuşlar:
"Tütün diye bir şey çıktı, millet bir yaprağa sarıyor, ondan sonra tutuşturuyor, dumanını tüttürüyor. (Tütün, tütmekten geliyor. Baca tütüyor diyoruz ya, tütün oradan geliyor. Tütmek kökünden geliyor.) Bunun hükmü nedir?"
O kitap bende, halen kütüphanemde duruyor. O zaman Hanefi kadısı, Şâfiî kadısı, Hanbeli kadısı, Maliki kadısı, dördü birden "Haram" demişler. Kadı; müftü gibi fetva sorulup cevap alınan kişiler.
O çok önemli benim için. Sonradan sonraya bakmışlar ki herkes içiyor. Yeniçeriler içiyor, ondan sonra başlamış yukarıdakilerde içmeye. Hatta İstanbul’da oturan Şeyhülislamlar içmeye başlamış. Onlarda tütün meraklısı. Sordukları zaman "haram" demiyor. "İçilir, nihayet dumanlı bir şey" felan diye cevap vermişler.
Halbuki dumanı haram, israf haram, sağlığa zararlı olması haram. Haram denilebilir ama taraftarları kolay kolay aleyhinde laf söylemiyorlar.
Şimdi millet olmadık modalı şeyleri yapıyor ama Allah’ın emrini tutmuyor, Resûlullah’ın sünnetini tutmuyor.
Nasıl olması lazım?
Allah’a karşı samimi olacak, Resulününün sünnetini okuyacak ve uygulayacak. İşte kitaplar...Sünnete ait o kadar güzel kitaplar neşir edildi ki...Onları okuyacak.
Ve-li kitabihi. "Kur’an’a karşı samimi olmak."
Ne demek?
Cuk öpüyor başına koyuyor. Aferin Kur’an-ı Kerim’i seviyor.
Ne sevmesi. Kur’an-ı Kerim’in ahkâmına aykırı hareket ediyor, nasihat da dinlemiyor. "Yahu Kur’an-ı Kerim’de şöyle söylüyor." diyorsun dinlemiyor.
Öpüp başına koyuyorsa; Kur’an-ı Kerim’in ahkâmını dinlemesi lazım. Dinlemiyor! "Kur’an böyle söylüyor." diyorsun.
"Yok" diyor.
Demek ki kitabına karşı samimiyeti, içten bağlılığı yok.
Ve-li imâmihî. "Müslümanların imamı."
Buradaki imâmihî zamiri; nâsihan-lillahi ve-li rasûlihi ve-li kitâbihî ve-li imâmihî 'Allah’ın Müslümanların başına tayin ettiği imama' demek, öndere demek.
Hû zamiri orada Allah-u Teâlâ'ya gidiyor. "Allah'ın Müslümanların başına geçirdiği kimseye" demek. Bu çok güzel bir ifade, şahane!
"Allah'ın uygun görüp geçirdiği"
Allah kimi Müslümanların başına geçirirse -hangi şartlara sahip olanlar geçerse- imâm-ı müslimin demiyor. İmâmullah "Allah'ın imamı" diyor.
"Allah’ın Müslümanların başına uygun bulduğu imam, önder."
O nasıl olacak.
Bir kere mü'min olması lazım. Mü'min olmazsa olmaz! Münkir -kâfir- olursa olmaz!
Mü’min olacak.
"Namaz kılmayan bir kişi ise"
"Olmaz!" Namazı kılmayan kişiye 'fasık' derler.
"İçki içerse"
"İçki içen olmaz!" İçki içen kişiye 'facir' derler. Fısk-ı fücûru âşikar.
Fasık ve facir bir kimse Allah'ın, Müslümanların başına geçirmesini tavsiye ettiği önder olamaz.
Dini uygulayacak! Namazıyla, niyazıyla her şeyiyle dini uygulayacak bir kimse olması lazım.
Emevilerden beri iş karışmış. Birileri iktidarı ele deçirmişler. Hazreti Ali Efendimiz halife iken dinlememişler, bayrak kaldırmışlar, bölmüşler. Ondan sonra da idareyi çocuğuna bırakmış.
Millet sevmiyor. O, işi çocuğuna bırakmış. Ondan sonra o da çocuğuna bırakmış, o da çocuğuna bırakmış.
Bunlar saraylar edinmişler, cariyeler edinmişler, içkiler içmişler.
Ayyaş, sarhoş insan Müslümanların başında.
İşin doğrusu ne?
El-ulemâu veresetü'l enbiyâ.
"Ulema, Peygamberimizin varisleri olduğundan" onun geçmesi lazım.
Peygamber Efendimiz olsaydı önderlik edecekti.
Allah’ın kullarını; Allah'ın emrine göre yönetmek, sevketmek gerekiyor. İmamlığın görevi bu!
İmam ne yapacak?
Halkı, Kur’ana götürecek, İslama götürecek. Görevi o.
Kendi başına bir insanı "haydi bunu tahta oturtalım." deme selâhiyeti yok. Başa geçen şahıs, Müslümanların hizmetinde olacak, İslâm’ın hizmetinde olacak.
Hazretleri Ömer gibi olacak!
Layık olmadığı halde de, Müslümanların başına yönetici olarak geçenler de korkunç vebal altındadır.
Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki: On kişi veya daha fazlasına başkanlık eden herkes, mahşer yerine elleri omuzlarına bağlı olarak gelecek. Böyle olunca hiç hareket edemez. Hareket çok zorlaşacağı için kaçamaz. Ahirette nereye kaçacak.
Dünyada hadi kaçarsın, aldatırsın felan. Hapishaneden tünel açarsın, duvar delersin. Böyle şeyleri gazetelerden duyuruyoruz. Bizim yaşadığımız devirlerde oldu da.
Ahirette meleklerin elinden nereye kaçacak. Elleri bağlı olarak mahkeme-i kübrânın olduğu yere gelecek ve durumu incelenecek.
Allah’ın emrine göre başkanlığını yapıp yapmadığı incelenecek; yapmışsa Hz. Ömer gibi, tam Allah’ın emrini uygulatmışsa, bağcıkları çözülecek. Ama oraya elleri bağlı olarak gelecek. Sanık olarak gelecek, beraat ederse ipleri elinden, boynundan çözülecek.
"Eğer Allah’ın emrine göre yönetim yapmamışsa, o zaman bağları kat kat artırılacak, bağlar üstüne bağlar bağlanacak ve cehenneme atılacak." diye Peygamber Efendimiz böyle başkanlık edenlerin ne kadar sorumlu olduklarını bildiriyor.
Allah, dinin aslını öğrenmeyi hepimize nasip etsin.
Ve-li ammeti’l-müslimin. "Bütün Müslümanlara karşı da, mümininin samimi olması lazım." Samimi olmazsa, bu saydığım vasıflar olmazsa; insan, kâmil Müslüman olamıyor.
Fe-leyse minhüm. "Müslümanlardan olamıyor."
Allah-u Teâlâ hazretleri dinimizi güzel öğrenip, uygulayıp rızasını kazanmayı hepimize nasip etsin.