es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh...
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Allahu Teâlâ hazretleri dünya ve âhiretin mükâfatlarını ihsân eylesin. Vücudlarınıza sıhhat, âfiyet versin. Oruçlarınız makbul, dualarınız müstecâb olsun. İki cihanda aziz olun…
Kur'ân-ı Kerîm sohbetlerimizde Bakara sûresinin 1. 2. 3. ayetlerini açıklamıştık. Şimdi 4. âyet-i kerîme;
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Vellezîne yü'minûne bimâ ünzile ileyke ve mâ ünzile min kablike ve bi'l-âhireti hüm yûkınûn.
Bu âyet-i kerîmeye geldik. Bu âyet-i kerîmenin kelimeleri: Vellezîne. "Ki onlar, o kimseler ki." Yü'minûne. "İnanırlar." Bimâ ünzile ileyke. "Sana indirilmiş olana." Ve mâ ünzile min kablike. "Ve senden önce indirilmiş olana inanırlar." Hem sana indirilmiş olana inanırlar hem senden önce indirilmiş olana inanırlar. Ve bil-âhireti. "Ve âhirete." Hüm. "Onlar." Yûkinûn. "Şeksiz şüphesiz inanç içerisindedirler, inanmaktadırlar, inanıyorlar."
Daha önceki âyet-i kerîmeler: Elif, lâm, mîm. Bir âyet-i kerîme, çeşitli açıklamalarını yapmıştık. Zâlike'l-kitâbu lâ raybe fîh hüden li'l-müttakîn. "Şu, işte o mâlum kitaptır, içinde hiç şek şüphe yoktur; müttakîler için bir hidayet menbaıdır, vesilesidir, sebebidir." Ellezîne. "O müttakîler ki." Yü'minûne bi'l-ğaybi. "Gayba inanırlar." Ve yukîmûne's-salâte. "Ve namazı ikâme ederler, dosdoğru yerine getirirler, îfâ ederler." Ve mimmâ razaknâhüm yünfikûn. "Ve o müttakîler kendilerine nasip ettiğimiz çeşitli nimetleri, imkânları infak ederler, verirler." İyilik yapmak için muhtaçlara, fakirlere, uygun kimselere verirler.
Bu üçüncü âyet-i kerîme müttakîleri açıklıyor. Müttakîlerin vasıfları zikredilmiş; gaybe inanmış kimseler oldukları, namazları dosdoğru kılmaya müdavim oldukları ve cömert oldukları, ellerindeki imkânları iyilik yaparak başka kimselere sundukları anlatılmış oluyor. Şimdi mesele bu 4. âyet-i kerîme de;
"Ve onlar ki, ve o kimseler ki." Vellezîne diye başlıyor. Yü'minûne bimâ ünzile ileyke. "Ve onlar ki sana indirilmiş olana inanırlar." Ve mâ ünzile min kablike. "Ve senden önce indirilmiş olan ilâhî vahiylere inanırlar." [Ve bil-âhireti hüm yûkınûn.] "Ve onlar âhirete kesin, şeksiz iman üzeredirler, inanmaktadırlar." Bu sıfat.
Bu 4. âyet-i kerîmedeki sıfat, acaba müttakîlerin bir önceki âyette bildirilen sıfatlarının devamı mıdır, yoksa başka bir şey midir?
Bu hususta zihin takılıyor. Âyetleri, kelimeleri bilen, Arapça kelimelerin anlamlarını bilen bir kimse düşündüğü zaman zihninde hemen bir takım sorular canlanır.
Şimdi burada iki şey var: Bir; bu 4. âyet-i kerîme de müttakîlerin sıfatlarının devamı olmasıdır. Yani müttakîler gayba inanan, namazlarını dosdoğru kılan, hayır hasenât yapan insanlardır, bir de sana indirilene de inanmışlardır, senden önce indirilmiş olanlara da inanmışlardır, âhirete iman sahipleridir.
Bu, müttakîlerin sıfatının devamı olması, bir görüş ama benim sezgilerim ve Arapça bilgime göre böyle kelimeler üzerinde düşündüğüm zaman ulaştığım sonuç ve sahabe-i kiramdan da İbn Abbas, İbn Mes'ud [gibi] bazı kimseler ve sahabeden bir takım cemaat de aynı kanaati söylediklerini kitaplar kaydediyor. Ben ilk önce düşündüm, sonradan baktım sahabe-i kirâm [da aynı şeyleri düşünmüşler.]
Tabii düşünülmeyen hiçbir şey yok, her şeyi çok derin derin düşünmüşler. Her güzel ilim konusu, aşağı yukarı bahis konusu edilmiş. Çünkü ümmetimizin içinden çok büyük alimler, çok muhterem insanlar yetişmiş. Böyle bir nokta benim zihnime [de] takılınca memnun oldum.
Hüden l'il-müttakîn. "Bu kitabın muhtevası, Kur'ân-ı Kerîm, Resûlullah'a inen vahiyler, müttakîler için hidayettir." diyor. Ondan sonra, 4. âyette de; "Onlar hidayet üzeredir." deniliyor. Burada biraz insanı düşünmeye sevkeden bir durum olduğu için düşünmüştüm.
Nitekim âyet-i kerîmeyi açıklayan ve Kur'ân-ı Kerîm hakkında çok geniş bilgisi olan Abdullah b. Abbas radıyallahu anhümâ ve Abdullah b. Mes'ud radıyallahu anh ve sahabeden bir grup rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn bu ellezîne ile başlayan üçüncü âyeti kerîme [müttakîler ile ilgilidir ama] bu vellezîne ile başlayan 4. âyet-i kerîme müttakîlerle ilgili değil de artı, o müttakîler namaz kılarlar, gayba inanırlar, hayır hasenât yaparlar. Bir de, vellezîne. "Bir de o kimseler ki sana indirilmiş olan Kur'ân-ı Kerîm'e inanıyorlar ve daha öncekilere inanıyorlar ve âhirete de inançları var." İşte bu ayrı bir şeyi anlatıyor, [diyorlar.]
Bu, kendileri Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'i tanıdığı zaman yahudi veya nasrânî olan, hristiyan veya yahudi dininden olan insanlar vardı. Peygamber Efendimiz'in yaşadığı mıntıkalarda, Mekke'de, Medine'de, Hicaz'da, Vâdi-i Teymâ'da, Hayber'de, Şam'a kadar, Suriye'ye kadar geniş [bir] mıntıkada Ehl-i Kitâb dediğimiz insanlar vardı. Bunlar kendileri daha önceden Allah tarafından gönderilmiş peygamberlere, indirilmiş kitaplara inanmış kimselerdi.
Peygamber Efendimiz gelince bunların bir kısmı, "Zaten böyle bir peygamberi bekliyorduk!" diye [hemen kabul ettiler.] Tarihî rivayetlerden biliyoruz zaten bekliyorlardı; onların kitaplarında yazılı Kur'ân-ı Kerîm'de de yazılı, biz de biliyoruz. "Bir âhir zaman peygamberi gelecek!" diye zaten beklemektelerdi. Hatta Selmân-ı Fârisî, "O buralarda zuhura gelecek. Âhir zaman peygamberine rastlar mıyım, oralardan çıkacak, bulabilir miyim, karşılaşır mıyım?" diye Anadolu'dan kalkıp Medine-i Münevvere'ye gelmişti.
Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere'ye geldiği zaman yahudilerin havrasına uğradı dedi ki;
"Bakın ey yahudi cemaati! Tevrat'ta âhir zaman peygamberi gelecek diye bildiriliyor ya, işte ben oyum!" dedi. Necran'dan, Yemen'den gelen hristiyanlara da;
"Sizin İncil'de geleceği bildirilen peygamber, kitabınızda yazılı olan peygamber işte benim!" diye onlara bildirdi. Onların bir kısmı;
"Evet yâ Resûlallah! Tamam, sen Allah'ın Resûlüsün, kitaplarımızda bize bildirilen vasıfları aynen taşıyorsun, tamam." dediler ve iman ettiler. Misal;
Mesela Necran'dan 70 küsur kişilik bir hristiyan topluluğu Medine-i Münevvere'ye gelmişlerdi, Peygamber Efendimiz'in mescidine konmuşlardı ve orada kendi haçları, kendi putları, kendi kıyafetleri, kendi usülleriyle mescide yayılmışlardı, ibadet etmişlerdi. Peygamber Efendimiz ashabına;
"Ses çıkartmayın, bırakın, serbest bırakın!" diye işaret etmişti.
Sonra uzun konuşmalar yaptılar ve bu konuşmalar Âl-i İmrân sûresinin âyetleri olarak önümüzdeki tefsir sohbetlerimizde karşımıza gelecek, inşaallah geniş geniş üzerinde duracağız. O heyetten bazıları müslüman oldular. Mesela piskoposun kardeşi müslüman oldu, heyetten bazı kimseler müslüman oldu, ashab arasına girdiler.
Mesela Habeş İmparatoru Necâşî müslüman oldu, Peygamber Efendimiz'i görmediği halde, ashabın anlatmasıyla imana geldi ve Peygamber Efendimiz, o vefat ettiği zaman, gıyabında onun cenaze namazını kıldırdı. Ashabına dedi ki;
"Kardeşiniz Necâşi vefat etmiş bulunuyor, gelin onun ruhu için cenaze namazı kılalım!" diye gıyabında, yani arada yüzlerce kilometre mesafe varken namazını kıldı ki bu o Necaşî'nin mübarek bir insan olduğunu, mü'min kardeşlerimizden olduğunu gösteriyor.
Yahudilerden de mesela Abdullah b. Selâm radıyallahu anh yahudi alimlerinden birisiydi. Peygamber Efendimiz Medine'ye geldiği zaman, "Bakayım, şu zât nasıl bir kimse?" diye toplantının olduğu eve gitmiş. Kendisi anlatırken diyor ki;
Fe-izâ vechuhû leyse bi-vechi kezzâb. "Bir de baktım ki yüzü nur gibi parlıyor! Hiç yalancı, boş yere iddia eden, iddia ile ortaya atılan palavracı bir insan durumu yok... Gayet sevimli, gayet ciddî, gayet mübarek, gayet nûrânî bir insan!" diyor. Sonradan Resûlullah Efendimiz'e geldi, iman ettiğini bildirdi ve hakkında âyetler indi. Böyle mü'min olan kimseler için âyetler indi.
Demek ki hristiyanlardan zaten dinleri olan, zaten inançları olan insanlar, kendi kitaplarındaki işaretlerin de anlamının gereği olarak, Peygamber Efendimiz'e iman ettiler. İşte bu 4. âyet-i kerîme onları anlatıyor. Yani bu Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın peygamberini tanıyıp da onun etrafına toplanıp onun ashâbı olan, oranın ahalisi, Hicaz'ın ahalisi Arapların müttakileri için bir hidayettir, tamam... Bir de daha önceden başka dinlere mensup iken Resûlullah'ı tanıyınca Peygamber Efendimiz'e de inanan [kimseler var.] Kendileri zaten mü'min insanlardı. Kur'ân-ı Kerîm zaten onları ayırıyor. Şeriatimiz, dinimiz, onları müşriklerden ayrı bir zümre olarak, "Bunlar Ehl-i Kitâb, kendilerine kitap indirilmiş insanlar." diye ayırıyor. Onlara özel bir muamele uyguluyor. "Kendi halimizde kalmak istiyoruz!" [diye] isteyenlere, "Tamam, kendi halinizde kalın!" diyor, zorlamıyor.
Ama tabii doğru olan âhir zaman Peygamberine gelip, inanıp, bağlanması... Zaten İsâ aleyhisselam'ın da Mûsâ aleyhisselam'ın da tenbihi, daha önceden bildirdiği, tavsiye edilen, Tevrat'ta, İncil'de yazılı olan şey ona tâbi olması, onu desteklemesi, onun etrafına gelmesi, ona kenetlenmesi...
Bir kısmı öyle yaptılar. İşte bu 4. ve 5. âyet-i kerîme bu zümreyi anlatıyor ki çok önemli. Bakıyorsunuz Kur'ân-ı Kerîm'in hemen başında, bir, pırıl pırıl imana giren, daha önceden böyle bir şey bilmediği halde Resûlullah'ı tanıyıp, iman edip mü'min olan müttakî kullar var. Bir de kendisinin bir inancı varken, yeni gelen inancın hak inanç olduğunu anlayıp, yeni gelen peygamberin kendi peygamberlerinin ihbar ettiği hak peygamber, âhir zaman peygamberi olduğunu anlayıp ona iman edenler var...
Bu 4. âyet-i kerîme onları methediyor. Bu mânâda olması daha uygun çünkü Kur'ân-ı Kerîm öteki kendilerine kitap indirilmeyenler için bir hidayettir. Bunlar da kendilerine ve Peygamber Efendimiz'e inandıkları için onların da tekrar hidayet üzere olduğunu bildirince, tekrar da olmamış oluyor. Alâ hüden min rabbihim. "Rablerinden hidayet üzeredirler." tekrar gibi olmuyor, yerli yerinde oluyor. O bakımdan bu, Ehl-i Kitâb'ın İslâm'ın hak din olduğunu anlayıp da mü'min olanlarına mahsus bir âyet-i kerîmedir [görüşünü] tercih ediyorum ben. Bu bana daha uygun geliyor.
Vellezîne yü'minûne bimâ ünzile ileyke. "Ey Resûlüm, ey Muhammed-i Mustafâm! Bir de sana indirilene inananlar." Ve mâ ünzile min kablike. "Ve senden önce indirilmiş olan kitaplara da inananlar var ya!"
Hani o Ehl-i Kitâb, kendilerinin dinleri, [kitapları] vardı ama artık seni tanıyınca sana tâbi oldular. Hem o kendi evvelki dindarlıklarından hem de seni anlayıp tasdik etmelerinden dolayı, müttakîlerden ayrı artı; "İşte bir de onlar, bu sana indirilene inananlar, senden önce indirilmiş olana inananlar ve onlar âhirete de şeksiz, şüphesiz inanan ciddi dindar insanlardır, öyle gevşek insanlar değillerdir."
Beşinci âyet-i kerîme;
Ülâike alâ hüden min rabbihim. "İşte onlar Rablerinden bir hidayet üzeredirler." Yani doğru yoldadırlar. Tamam doğru yapmışlardır, sen gelinceye kadar o dinlerinde kalmışlardır. O Ehl-i Kitâb'tır. Allah'ın gönderdiği kitabın tâbî olduğu ümmettir. Allah'ın peygamberine tâbî olan insanlardır. Tamam, ama seni tanıyınca artık sana tâbi olmuşlardır. "Bunların da hidayet üzere olduğunu [bildiriyor.]
Ülâike alâ hüden min rabbihim ve ülâike hümü'l-müflihûn. "Bunlar da hidayet üzeredir. Ve işte felaha ermiş olanlar tam onlardır."
Buhârî ve Müslim'in sahih kitaplarında bir hadîs-i şerîf var. O hadîs-i şerîfi okursak, konuyu hadîs-i şerîfle de daha iyi teyid etmiş olacağız. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuş ki;
"Üç zümreye mükâfatları kat kat, katmerli, çift verilir. Birisi, evvelce Ehl-i Kitâb'tan olup da kendi peygamberine inanmışken, sonra da bana inanmış olan adam..." Bunun mükâfatı iki misli. Çünkü evvelce dindardı. Peygamber Efendimiz'in hak din üzere olduğunu anladı, inandı. Ecri merreteyn, iki kat, iki defa verilmiş olacak, bol ecir alacak.
Üç kişiden diğeri; "Köle olup, hem kölelik hukuku dolayısıyla efendisinin yap dediği [işleri yapıyor;]" işte tarlayı belle, hurmaları topla, şu işi yap, hayvanı tımar et, git kuyudan su çek... İşte hizmetçi, köle. Hem o hizmetleri yapıyor, hem de Allah'ın emirlerini tutuyor; namazını kılıyor, ibadetini yapıyor, Allah'a karşı görevlerini yapıyor. Bunun da mükâfatı kat kat fazla olacak, katmerli olacak, merreteyn olacak, iki kat olacak.
Neden?
Hem köledir, kölelik hukukuna göre efendisine yapması gereken hizmetleri veriyor hem de Rabbine olan ibadet borçlarını ihmal etmiyor.
Üçüncüsü kimdir?
Üçüncüsü de bir cariye, bir kadın köle sahibi adam. Onu iyi terbiye ediyor, sonra âzat ediyor, hür ediyor. Yani terbiyesini güzel yapıyor; terbiyesi, tahsili, nâkıs, eksik, kusurlu, bilgisiz, görgüsüz bir kimse değil. Güzel, evlat gibi güzelce yetiştiriyor, ondan sonra da âzat ediyor, hürriyet bahşediyor.
İslâm'da biliyorsunuz her ne suretle kölelik durumuna gelmişse, bir insan o toplumda köle olarak yaşıyorsa onun kölelikten kurtulması için çok teşvikler vardır ve köle âzat etmek çok sevaptır. Bir çok dinî ibadetin sonucu köle âzat ederse şöyle olur. Yemininden [dönmüş,] yemin etmiş tutmamış; işte köle âzat ederse cezadan kurtulur, vesaire... Tahrîrür-rakabe, bir kölenin boyunduruğunu çözmek, onu hürriyetine kavuşturmak; böyle birçok şey; ibadet ve sevap veyahut cezadan kurtuluş ona bağlanmıştır. Bir de köle anlaşma yaparak, "Ben hür olmak istiyorum. Ben sana paramı taksit taksit, parça parça ödeyeyim hür olayım!" dediği zaman da, yazışmayla anlaşma yapılıp da öyle de hür olunabiliyor. Böyle teşvikler de var.
İşte cariye bir kızcağız, köle ama sahibi onu iyi terbiye ediyor, ondan sonra da âzat ediyor. Yani hür bir insan oldu, ondan sonra da evlendiriyor. Bu evlendirme tabii ya başkasını bulur, "Haydi kızım bununla evlen! Allah mes'ud bahtiyar etsin..." filan tarzında. Ya da kendisi eş olarak alır. O da büyük bir şeref. Hadîs-i şerîfi tamamlamış olmak için başka konulara da geçmiş olduk ama faydalı oldu.
Demek ki Ehl-i Kitâb'tan olup da mü'min olanların sevabı çok fazla. İşte bu 4. ve 5. âyet-i kerîme Ehl-i Kitâb'tan olup da İslâm ile müşerref olanlar hakkındadır.
Bunu kitaplarımız şöyle özetliyorlar: Bu Bakara sûresinin başında Allahu Teâlâ hazretleri mü'minleri anlatmakla başlıyor. Ondan sonra, mü'minlerin de doğrudan doğruya Arabî, Arap olup, sonra müşrikken İslâm'a gelenleri, yani daha evvel bir dine sahip değilken müslüman olanları; evvelce başka dinde iken yeni dine, geçerli olan, mer'î olan yeni duruma intibak edip ona geçenleri anlatıyor. Ondan sonraki 6. âyet-i kerîmede de kâfirleri anlatacak. Ondan sonra da, 13 kadar âyet-i kerîme münâfıkları anlatmağa geçecek. Böylece sûrenin başındaki bu âyet-i kerîmeler, insanları iman bakımından sınıflandırmış olacak.
Şimdi bu umumî önemli konuyu söyledikten sonra âyetin teferruatına geçelim.
Ellezîne. "O müttakîler, işte o iyi insanlardır." bir; bir de şu kimseler ki; Vellezîne yü'minûne bimâ ünzile ileyke. "Ey Resûlüm! Sana indirilene iman ederler."
Ünzile ileyke, "sana indirilen" demek. Enzele-yünzilü-inzâl; "bir şeyi yukarıdan aşağıya indirmek" demek. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleri semâdan, Allah'tan, ind-i ilâhiden kalb-i resûle geldiği için, bir inme bahis konusu olduğu için bu âyetlerin gelmesine inzâl, inme deniliyor.
Bu inzâl kelimesini bilirsiniz, Türkçe'ye de girmiş. Nezele, sülâsisi nüzûl. Mesela, "Ayağına inme indi." derler; "Felç oldu, nüzül isabet etti." derler. Bu sülâsisi. Menzil "inilen konak, yer" mânâsına o da kullanılan bir kelime. İnzâl bu da sülâsisinin üzerine mezîd babı, yani rubâisi oluyor; "indirmek" mânâsına. Ötekisi "inmek," bu "indirmek" mânâsına.
Ünzile ileyke. "Senin üzerine indirilen."
Resûlullah'ın üzerine indirilen nedir?
Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleridir. Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleri Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in şahsî inançları, düşünceleri, tefekkürü, hissiyatı, duaları vesairesi değildir; hariçten kendisinin kalbine Allah tarafından, Allah'tan gelen bilgilerdir. Nasıl bir yayını radyo size veya görüntülü yayını televizyon cihazı nasıl size [aktarıyorsa]; Resûlüllah Efendimiz âdeta bir cihaz gibidir. Yani insanlara onu tebliğ etmek için, Resûlullah Efendimiz bir araçtır, bir vasıtadır. Ama kendisinin sözü değildir. Söz kelâm-ı ilâhidir, Allah'ın kelâmıdır, Allah'ın vahyidir, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e geliyor.
Bunun gelişinin hariçten bir tesirle olduğunu anlatmıştım. [Peygamber Efendimiz] devenin üzerindeyken devenin çöktüğünü, mesela, vahiy geldiği zaman birisine dizi değmişse [o kişinin] dizinin kırılacak gibi olduğunu; vahiy geldiği zaman çevredeki insanların da arı vızıltısı gibi bir vızıltı duyduklarını söylemiştim. Bütün bunlar vahyin kişisel, özel, şahsî bir iş olmadığını, hâricî bir olay olduğunu, Resûlullah'a bir şeyler geldiğini gösteren hususlar.
Peygamber Efendimiz'e gelen Kur'ân-ı Kerîm.
Ve mâ ünzile min kablike. "Ey Resûlüm! Senden önce indirilmişe de inanırlar."
Peygamber Efendimiz'den önce indirilmiş neler var?
Peygamber Efendimiz'den geriye doğru düşünecek olursak İncil, Tevrat ve Zebur var... Sonra, daha önceki peygamberlere, İbrâhim aleyhisselam'a, Âdem aleyhisselam'a indirilen suhuf denilen sahifeler var. Bunların hepsine inanırlar.
Hakîkaten İncil'i, Tevrat'ı incelerseniz, Kur'ân-ı Kerîm'i de okursanız; bu eski peygamberleri onların da tanıdığını, hürmet ettiklerini görürsünüz. İbrâhim aleyhisselam'ı yahudiler de hristiyanlar da biliyor. Âdem aleyhisselam'ı hepsi Adam
Edım [diye] isim olarak koyuyorlar. Hâbil'e Abel
Ebıl, Havvâ'ya Ave
Îv diyorlar. Yani batı dillerinden [karşılıklarını] söylüyorum. Abraham, Yakop, Yasef vesaire... Bunlar hep daha önce vazifeli, Allah'ın vazifelendirdiği peygamberler. Tabii onlara inanan kimseler ama Peygamber Efendimiz'i görünce, onun hak peygamber olduğunu anladılar. Kur'ân-ı Kerîm'i görünce, gözyaşları içinde anladılar.
Nitekim bir âyet-i kerîmeyi size -yeri gelince de [açıklarım] ama- [bunları] tasvir ettiği için Kur'ân-ı Kerîm'den okuyayım.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Ve izâ semi'û mâ ünzile ile'r-rasûli. "O eski dinlerin mensuplarını Resûlullâh'a indirilen âyetleri duydukları zaman." Terâ. "Onları görürsün." A'yunehüm tefîdu mine'd-dem'i. " Gözleri dolmuş, heyecanlı, duygulu olduklarından gözyaşları şıpır şıpır yerlere damlıyor." Mimmâ arafû mine'l-hak. "Hakkı bildikleri, gelen şeyin vahiy olduğunu anladıkları için..."
Hani cevherin kıymetini kuyumcunun bildiği gibi, hak olan şeyleri dinleyince, onun hak olduğunu anlayıp duygulanırlar, gözlerinden yaşları dökerler.
Yekûlûne rabbenâ âmennâ fe'ktübnâ mea'ş-şâhidîn. "Derler ki: Yâ Rabbi! Bu senin yeni vahyine de yeni peygamberine de iman ettik. Bizi de şahidler arasına kat!" Ve mâ lenâ lâ nü'minu billâhi. "Neden Allah'a inanmayalım, iman etmeyelim?" Ve mâ câenâ mine'l-hak. "Hak olarak gelen Allah'ın vahiylerine, âyetlerine niye inanmayalım?" Ve natme'u en yudhilenâ rabbünâ mea'l-kavmi's-sâlihîn. "Umarız ki Rabbimiz bizi de sâlihler zümresine katar." diye böyle duygularını bildirirler.
Allah da onların bu güzel karşılamasından, kavrayışlarından, edeplerinden dolayı onları cennetiyle, cemâliyle taltif edeceğini, onların muhsinler zümresinden olduğunu âyetin devamında ifade ediyor. Demek ki;
Vellezîne. "Bir de bu müttakîlerle beraber o kimseler ki." Yü'minûne bimâ ünzile ileyke. "Ey Resûlüm! Kur'an'a, sana indirilene inanırlar ve daha öncekilere de inanırlar." Ve bi'l-âhireti hüm yûkınûn. "Onlar âhirete de iman üzeredirler."
Âhirete de şeksiz şüphesiz bir yakîn [ile inanırlar.] Yakîn, "şeksiz inanç" demek. Eykane-yûkınu-mûkın-îkân... Yûkınûn if'al babından muzâri gâib cemî oluyor; "Âhirete inanırlar, şeksiz şüphesiz imanları vardır."
Tabii aslında peygamberlerin hepsini Allahu Teâlâ hazretleri gönderdiği için, hepsine iman hakikatlerini Allah bildirdiği için, aslında dinler dikkatli bir şekilde incelenirse, insanların iyi tesbit edemedikleri, karıştırdıkları, bozdukları, tahrif ettikleri, değiştirdikleri; insanların uydurdukları, burunlarını sokup da bozdukları hariç, ana esasların aynı olduğu görülür, anlaşılır. Bilen bir insan, mütehassıs bir göz bunları anlar, sezer.
İşte onlar âhirete de inanırlar. Âhirete de inandıkları için, "Allahu Teâlâ hazretleri bizi âhirette sorumlu kılmasın, vazifemizi yapalım!" diye, Peygamber Efendimiz'e tâbi olmaları ondan dolayıdır.
Ülâike alâ hüden min rabbihim. "İşte onlar Rablerinden bir hidayet üzeredirler."
Müttakî kullara Kur'ân-ı Kerîm âyetleri hidayettir, hüden li'l-müttakîn. Bunlar da, bu daha önceki dinlerden sahip oldukları ilim ve irfan dolayısıyla âyetleri okuyup, Peygamber Efendimiz'i görüp de onun hak olduğunu anladıktan sonra, tabii onların da tutturdukları yol güzel, onlar da Rablerinden kendilerine bahşedilmiş bir hidayet üzeredirler.
Şimdi âhiret kelimesi üzerinde biraz izahat vereyim. Âhir kelimesini biliyorsunuz "son" demek; âhiret de onun müennesi. Dünyanın mukabili olarak kullanılıyor. Âhiret "sonraki" demek. Âhiret aslında tamlama içinde bir kelimedir. ed-Dâru'l-âhireh, yani sonraki dâr, ev, sonraki yurt... İnsanların şu anda yaşadıkları yer, ed-dâru'd-dünyâ, şimdiki âlem... ed-Dâru'l-âhireh, daha sonraki [âlem...] Veya en-neş'etü'l-âhireh, "daha sonra ikinci defa ikinci bir hayat olacak, neşv ü nemâ bulacaklar" mânâsına iken, bir de el-hayâtü'l-âhireh, Kur'ân-ı Kerîm'de o tabir de geçiyor; sonraki hayat... Şimdi içinde yaşadığımız hayat el-hayâtü'd-dünyâ, şimdiki hayat... Öldükten sonra ba'sü ba'de'l-mevtten sonraki hayat, el-hayâtü'l-âhireh... ikinci, sonraki hayat. İşte bu tamlamalardan kısaltma yoluyla sadece âhiret kullanılıyor.
Bundan murat nedir?
Şu andaki âlem değil, bundan sonra gelecek olan âlem. Şu andaki hayat değil, bundan sonra, öldükten, dirildikten sonra başlayacak olan ebedî hayat. Şu andaki hal değil, ölümden sonra başlayacak olan, sûra üfürüldükten sonra, kıyamet koptuktan sonra başlayacak şey. Ahîret bu...
"Âhirete inanırlar."
Âhirete iman çok önemli bir mesele. Tabii bu bir ilim meselesidir. Çünkü insan düşündüğü zaman, nice nice delillerle aklî ve ruhanî şekilde âhireti hisseder. Ama ileride olacak olduğu için, bazıları da işte "Acaba?.." diyorlar, "Olmaz öyle şey!" diyorlar. "Yaşam sadece bu yaşamdır, insan öldü mü, işte gidiyor. Toprağa gömüyorlar, çürüyor." diyorlar. Ama tabii bu çok kısa bir görüş; Kur'ân-ı Kerîm'in özellikle üzerinde durup, çok şiddetli bir şekilde cevaplandırdığı yanlış bir görüş.
Bu hayattan sonra ikinci bir hayat olacak. Bunu eski dinlerdeki bazı insanlar yazmışlar. Kitaplarında, ilimlerinde, irfanlarında, medeniyetlerinde âhirete müteallik hususlar var ama tabii bilgiler karışmış, eksik, nâkıs... Âhirete inancın en zengin, en doyurucu, en geniş malzemesi İslâm'da. Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerinde, çok geniş bir şekilde Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîflerinde.
Tabii Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de, bir kere daha insanların yeni bir hayata gideceklerini, yeni bir hayatla hayat bulacaklarını ve ebedî saadete ereceklerini çok kesin bir şekilde [bildirmiş.] Mesela bu hususta bir hadîs-i şerîfi hatırda kalsın diye okumak istiyorum.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki;
"Şaşılacak, tam mânâsıyla şaşılacak, tüm yönleriyle şaşılacak bir şeydir ki, şuna şaşılır ki; Allah'ın yarattığını, yaratıp durduğunu görür durur da, yine de Allah'ın varlığında şek [şüphe] ederler."
Etrafında bir sürü oluşum var, gelişim var. Bunların sebeplerini, "Yâ Rabbi sen bunları böyle halk ediyorsun!" diye düşünse Allah'ı bulacak, bilecek. Halk eden, yaratan, el-hâliku'l-bâriü'l-musavvir Allah tabii. "Allah'ın yaratmasını görüp dururken Allah'a inanmıyorlar, şek ediyorlar, şüphe ediyorlar. Çok şaşılacak bir şey!" diyor Peygamber Efendimiz. Devam ediyor;
"Yine şuna şaşılır, taaccüb olunur ki; şimdiki hayatı, varlığı, dünyanın şu varlıklarını, etrafı, cemâdâtı, nebâtâtı, hayvanâtı, neş'et-i ûlâyı görüyorlar, inceliyorlar; fizikçiler, kimyacılar, tabiat bilginleri, jeoloji, yer bilimciler, gök bilimciler her tarafı inceliyorlar. İşte etraflarında bir şey. İkinci bir âlemi inkâr ediyorlar. İşte bu âlemi yaratan, onu da yaratacak!"
"Şuna da şaşılır ki, her gün her gece ölü gibi yatıyorlar, ölüyorlar; hiçbir şeyden haberleri olmuyor. Hırsız geliyor, evi soyup götürüyor, uyanmıyorlar vesaire. Her gün ölüp diriliyorlar da, öldükten sonra dirilmeye inanmıyorlar."
"Yine şuna şaşılır ki, bazıları da cennet var, tamam, cennetin içinde ebedî saadet var diye duydukları için, tamam inandık diyorlar da yine de bu aldanma dünyasında meşguliyetlere dalıp gidiyorlar ve bu dâru'l-ğurûr, aldanma dünyası için çalışıp dururlar, âhiret için çalışmazlar. Madem cennete inanıyorsun çalışsana! Şaşılır bu insanın durumuna..."
"Şuna da şaşılır ki..." Peygamber Efendimiz şaşılan şeyleri sayıyor, özetleyeceğim sonra. "İnsanın evveli bulaşık bir küçük nutfe, âhiri de mülevves bir cîfe iken, yani bir tohumdan yaratıldığını bildiği, sonunda da öldüğü zaman ruhsuz bir ceset, bir cîfe, leş olduğunu bilir de, yine de kibir duyar, iftihar eder, burnu havada gezer." diyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem "Bunlara şaşılır." diye hadîs-i şerîfte söylemiş.
Bu şaşılacak şeyleri tekrar özetleyelim. "Bunlar ne kadar şaşılacak şeylerdir, tam mânâsıyla şaşılacak şeylerdir: Allah'ın mahlukâtını görürler, Allah'ın varlığında şüphe ederler; ne kadar şaşılacak şey! Şimdiki âlemi görürler, işte olmuş, bitmiş hazır; ileride olacak âlemi inkâr ederler. Ne kadar şaşılacak şey! Her gece yatıp uyurlar, adetâ ölürler, sonra kalkarlar. Onun gibi olan ba'sü ba'de'l-mevti, ölümden sonra nüşûru inkâr ederler; halbuki olacak... Cennete, cennetin nimetlerine iman ederler. Yine onları elde etmek için çalışmazlar da, şu dünyaya aldanıp, dünya meşguliyetleri içinde tedbirsiz vakitlerini tüketir giderler. Şuna da hayret olunur ki, ilk başta değersiz küçük bir tohum, sonunda da kabre konulan bir ruhsuz ceset iken, kibir gösterirler." diyor Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz.
Çok söylenecek sözler var. Yâsin sûresinin sonunda [anlatılıyor.] Kâfirlerin, müşriklerin bir tanesi çürümüş bir kemiği almış da Peygamber Efendimiz'in karşısına gelmiş, kemiği de böyle eliyle ufalamış;
Men yuhyi'l-izâme ve hiye ramîm. "Bu ufalanmış, toz, kum hâline gelen kemiği kim diriltecek?" Yani Allah diriltemez gibi bir münkirce, küstahca tavırla Peygamber Efendimiz'in karşısına gelmiş.
Kur'ân-ı Kerîm ne diyor?
Kul yuhyîhellezî enşeehâ evvele merreh. "Ey Resûlüm! O edepsize, o inançsıza söyle: İlk önce o kemiği yaratan Allah, tekrar onu inşâ edecek, yaratacak." Ve hüve bi-külli halkın alîm. "O her çeşit yaratmaya kâdirdir."
Demek ki yaratmanın ne kadar çok çeşitleri olduğunu bildiriyor.
Hiç tahmin eder miydiniz, bu televizyon olmadan evvel insanın görüntüsünün böyle saklanabileceğini?
Hiç tahmin eder miydiniz, bunlar yapılmadan evvel seslerin, görüntülerin böyle kaydedileceğini?
Hiç tahmin eder miydiniz, uçaklar olmadan evvel, havada insanların böyle 300, 500, 700 kişi bir uçakta böyle oturup, kalkıp, yatıp, yeyip, içerek gezdiğini, vesaireyi?
İşte demek ki olabiliyor. Bütün bu olabilenlerden, ileride de olabilecekleri anlamak lazım!
Ve hüve bi-külli halkın alîm. "Allahu Teâlâ hazretleri her çeşit yaratmaya kadirdir."
O halde ilmi boğmayalım, daraltmayalım, olacakları kısıtlamayalım, gözümüzü kapatmayalım! Gerçekleri, göz kapayarak yok edemeyiz. Gerçek karşıda durur, sen gözünü kapatmış olursun. Gözümüzü açalım, gerçekleri görelim! Olabilen şeye olamaz demeyelim! Kur'ân-ı Kerîm'de Allahu Teâlâ hazretleri âhirette;
"Bak, ba'sü ba'de'l-mevt var mıymış? Cennet, cehennem var mıymış? Gördünüz mü?" dediği zaman,
"Yâ Rabbi! Evet gördük!" filan deyip kâfirlerin nasıl pişman olacaklarını bildiriyor.
İleride pişman olacaklar. Şu anda değil, ileride pişman olacaklarını bildiriyor. İşte o ilerde olabilecek. Tamam olabilecek. O halde ona inanarak, engin bir iman ile, "Bugün âlem-i şehâdette, şu andaki âlemde bunlar varsa yarınki âlem-i gaybde de bittabii bunlar olacaktır. Bugün olmayan yarın olacaktır. Binâenaleyh insanların, Allahu Teâlâ hazretlerinin yaratmış olduklarından yaratacak olanlarını kavrayabilmesi lazım!..
Ülâike. Ülâike'nin sonundaki "ke" "sen" demek. Ülâike. "Ey Resûlüm! Sana işte bak bunları işaret olarak gösteriyorum! Sen bak işte bunlara, işte şunlar ey Resûlüm!" Tabii, önce Peygamber Efendimiz'e hitap, sonra bütün insanlara şâmil oluyor.
Ülâike "Ey Resûlüm! İşte onlar." Alâ hüden min rabbihim. "Rablerinin kendilerine bahşettiği bir doğru yol üzeredir, hidayet üzeredirler."
İyi yaptılar, hak işi yaptılar, doğru olanı seçtiler, doğru tercihi yaptılar, sana inandılar, alâ hüden min rabbihim, Allah'ın lütfuna erdiler, Allah onlara ihsan etti.
Ve ulâike hümü'l-müflihûn. "Ve işte onlar ey Resûlüm, felâh bulacaklardır."
Şimdi Arapça'da bir takım kuralları söylememiz lazım! Tercümelere bakıyorum, bazıları incelikleri pek yazamamışlar. Hepsini de tabii inceleyemedim ama elimdeki tercümeler, tefsirler mahdut. Kütüphanemdekilerin hepsi yanımda değil. İsm-i fâil isim cümlesinde kullanılırsa, istikbal ifade eder. Ulâike hümü'l-müflihûn. "Felah bulacak olanlar onlardır." Yani istikbal.
[Mesela,] Ene zâhibun. "Ben gideceğim!" demek. "Ben gidiciyim." demekten başka bir mânâ bu... Bunu anlamak lazım ve belirtmek lazım! Felâh bulmak tabii, ileride olacak. Kim cehennemden paçayı kurtarır, cennete girerse, azaptan halâs olur da nimete mazhar olursa, o zaman felâh bulacak.
"İşte onlar felâh bulacaklardır." Yani, "Doğru hareket ettikleri için onlar da felâh bulacaklardır." diye bildiriliyor.
Bu ülâike'nin iki defa tekrar edilmesi, hidayetin ayrı bir husus olduğunu, felâha ermenin ikinci ayrı bir husus olduğunu gösteriyor. Hidayet üzere olmak güzel bir şey, en sonunda felâh bulmak o da ayrı bir şey... Hidayet henüz işin bitmiş hali değil ama felâh işin bitmiş hali...
Felâh kelimesi, yarmak fiilinden çıkıyor. Hatta çift süren, toprağı yarıp da tohum eken köylüye de Araplar "fellâh" derler. [O da] felah köküyle ilgili.
Şimdi bu yarmak mânâsıyla bu iflâh olmanın, yani kurtulmanın, matlubuna ermek, muradına nâil olmanın ne ilgisi var?
Onlar her türlü engeli aşıp, her türlü tehlike duvarını, surunu yıkıp, geçip, sonunda artık cennete girince, bütün mânileri yarıp geçmiş oluyorlar, maksada, amaca ulaşmış oluyorlar.
Onun için eflaha-yuflihu-iflâh, rubâiden müflih, ism-i fâil sîgasının çoğulu oluyor. Tabii elif-lâmlı gelmiş. Elif-lâmlı gelmesi önemli. Haber aslında elif-lâmsız olur. Ülâike müflihûn demiyor. [Elif-lâmlı gelmesi] kasır ifade eder, yani tahsis, özel durumda olduklarını gösteriyor. "İşte onlar, asıl felâh bulanlar onlar olacaklardır." mânâsına gelmiş oluyor. Allahu Teâlâ hazretleri onların felâha ereceklerini de bildirmiş oluyor.
Böylece Bakara sûresinin müttakîlerin sıfatı olan 3. âyetinden sonra, 4. ve 5. âyetinin de Peygamber Efendimiz'in zamanında onu görüp, ona iman getiren eski din mensupları [hakkında] olduğu ana tezini söylemiş olduk. Bundan sonraki [âyetler,] Bakara sûresinin ikinci sayfasında, innellezîne keferû diye başlayıp kâfirleri anlatacak ama konu yine başındaki bütünlüğü devam ettiriyor. Akıcılık, konunun devamı var. O kimlerin kâfir olduğunu anlatan âyetleri [açıklama] yapmaya geçeceğiz.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi de müttakî kullarından eylesin... Bizi de Peygamber Efendimiz'in getirdiklerine, Kur'ân-ı Kerîm'in ifade ettiğine, dinimizin esaslarına âşina eylesin. İman esaslarını öğrenmeyi nasip eylesin... Sonuç itibariyle hidayet üzere yürümeye muaffak eylesin. Çünkü bu devir çok fitnenin, fesadın çalkandığı bir devirdir. Allah bizi yanıltmasın, şaşırtmasın. İslâm'ın güzelliğini anlamayı nasip eylesin.
Bir hususu söyleyecektim, onu da söyleyerek sözümü tamamlayayım. Bu âyet-i kerîmelerden görülüyor ki Peygamber Efendimiz'den önceki dinlere, hak peygamberlerin getirdiği inançlara da müslümanın, İslâm'ın saygısı var. O halde bütün dinleri birleştiren, bütün insanları iman bayrağı altında toplayan yegâne din İslâm'dır!
Tabii biz onların, Ehl-i Kitâb'ın özel kendi din kitaplarını ayrı ayrı [incelemiyoruz.] Dinler tarihi mütehassısları belki inceliyorlardır belki incelememişlerdir bilmiyorum. Ama Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerinden biliyoruz ki, mesela;
[Ve kâlû] len yedhule'l-cennete illâ men kâne hûden ev nasârâ dedikleri Kur'ân-ı Kerîm'de naklediliyor. "Cennete ancak yahudi olan girecek, başkası girmeyecek! Hıristiyan olan girecek, başkası girmeyecek!.." diye Allah'ın hak peygamberini, Allah'ın yeni dinini kabul etmeme, hatta biribirlerini kabul etmeme gibi durumlar gösteriyorlar ama İslâm, dikkat edilirse bu âyet-i kerîmede, hem Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in hak peygamber olduğunu, hem de daha önceki peygamberlerin hak peygamber olduğunu tasdik ederek, bir kere o peygamberlere inancı mühürlüyor, tasdik ediyor. Bu çok önemli bir olay... Eski kitapların, Allah tarafından gönderilmiş kitap olduğunu tasdik ediyor. Bu çok önemli bir husus. Tabii asılları kaybolmuş, bazı yerleri değiştirilmiş, çıkartılmış... Toplantı yapmışlar, "Şunu çıkartalım, bunu çıkartalım!" [demişler.]
Halbuki Allah'ın kitabını kişi değiştirebilir mi?
Bütün dinleri dost gözüyle görüp, bütün insanları gerçek iman bayrağı altında toplayan yegâne inancın İslâm olduğunu, bu âyet-i kerîme bu [ifadesiyle] gösteriyor. Tabii bu hususu, Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerindeki öteki âyetler de daha geniş olarak gösterecek. Yeri geldiği zaman da tekrar onları açıklayacağız.
İslâm'ın kıymetini bilmeyi Allah bizlere nasip eylesin. İmanlı insanlar olarak doğduğumuz gibi imanlı olarak yaşamayı, mü'min-i kâmil olarak, tam müslüman olarak ruhumuzu teslim edip, âhirete Allah'ın sevdiği râzı olduğu kul olarak varmamızı nasip eylesin. Cennetiyle cemâliyle cümlemizi müşerref eylesin...