Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillâhi Rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben müberaken fîh. Alâ külli hâlin ve fî külli hîn. Ve’s-selâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn.
Emmâ ba'dü:
Fe-kâle’n-Nebiyyü sallallahu aleyhi ve sellem kemâ ravâhu’l-Buhâriyyü ve’l-Müslimü an Ebû Hüreyrete radıyallahu anhu enne’n-nebiyyü sallallâhu aleyhi ve selleme kâl:
«إِيَّاكُمْ وَالظَّنَّ، فَإِنَّ الظَّنَّ أَكْذَبُ الْحَدِيثِ، وَلَا تَجَسَّسُوا، وَلَا تَحَسَّسُوا، وَلَا تَنَافَسُوا، وَلَا تَحَاسَدُوا، وَلَا تَبَاغَضُوا، وَلَا تَدَابَرُوا، وَكُونُوا عِبَادَ اللَّهِ إِخْوَانًا.»
İyyâküm ve’z-zanne fe-inne’z-zanne ekzebü’l-hadîsi, ve-lâ tecessesû ve-lâ tehassesû ve-lâ tenâfesû ve-lâ tehâsedû ve-lâ tebâğadû ve-lâ tedâberû. Ve kûnû ibâdallâhi ihvânâ.
Sadaka Resûlullah fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Bu hadîs-i şerîfi hadis âlimlerinin en büyüklerinden ikisi Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. Bu zatların kitapları çok meşhurdur. Çok sağlamdır, Sahîh-i Buhârî derler, Sahîh-i Müslim derler. İki kıymetli, hadis ilminde en önde gelen iki kitaptır. Onlarda rivayet edilmiş Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ten.
Ebû Hüreyre radıyallahu anh de Peygamber Efendimiz’in yanında, Medîne-i Münevvere’ye yoksul olarak gelen ve mescidin bir köşesinde yatıp kalkıp, hadisleri çok zevkle dinleyip ezberleyen bir âşık kimse. Anası da varmış ihtiyar, onu da getirmiş Medine’ye. Fakat anası biraz muhalifmiş. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e diyor ki: “Yâ Resûlallah anam biraz zorluklar çıkartıyor. Sen dua et.” diyor. Eve gidiyor, sevinçle geliyor. Eve gider gitmez annesi yumuşamış ve güzel bir hâle şey yaptığını beyan etmiş. Yani Resûlullah’ın duası şıp diye tesirini gösteriyor.
Şimdi çok hadis rivayet eden bir sahabidir. Dedi ki öteki ashâba, rıdvânullahi aleyhim ecmaîn; "Siz hurma tarlalarında çalışırken, işinizde gücünüzde, çarşıda pazarda dolaşırken, ben Resûlullah’ın yanından ayrılmadım. Onun hadislerini takip ettim, ezberledim. Onun için böyle bunları iyi biliyorum." demiştir.
Sanıyorum O zât-ı muhterem Farsçayı da biraz biliyordu. Bir keresinde Peygamber Efendimiz ona Farsça bir iki söz söyleyerek latife ediyor. Hastalanmış galiba karnı ağrıyormuş veya midesi bozulmuş. Peygamber Efendimiz, O'na "karın ağrın mı var." filan diye Farsça soru sormuş.
Demek ki Farsça da biliyordu Ebû Hüreyre. Hâlbuki İran’dan değil ama oradan onu çıkarttım ben.
Mekke-i Mükerreme’ de büyük bir âlimin evine gittik. Büyük bir şeyh, çok da tatlı bir insan. Evi çok geniş, bahçesi çok geniş. Evinin bir kısmını kocaman bir mescid yapmış ki; Pakistanlıların mescidi kadar var. Evinin içinde o kadar büyük mescit yapmış. Gittik oturduk, herkes halka olmuşlar. Bize itibar etti şöyle sağ yanına oturttu. Ama İngiltere’den, Pakistan’dan muhtelif misafirler de vardı. Hepsi itibarı yüksek, böyle unvanlı kimseler falan vardı. Üç kitap okudu, tefsirden okudu, hadisten okudu, fıkıhtan, üç kitap okudu. Çok da tatlı tatlı böyle anlattı. O okuduğu bölüm içinde Farsça kısım geçince -tabii onlar Arap oldukları için Farsça'yı bilmiyorlar- 'Ya bu nasıl okunacak' falan diye tereddüt ettiler. Ben de biraz izah edince hoşlarına gitti.
Ebû Hüreyre’ye Farsça hitap etmiş. Demek ki; Ebu Hureyre'nin Farsçası var. İranlılar, Sasani İmparatorluğu zamanında Arap yarımadasına hâkim olmuşlardı. Hatta Yemen’e Vali göndermişler, oraları biliyorlar.
Yemen valisine, Sasani imparatoru diyor ki:
"Orada bir adam çıkmış -Peygamber Efendimiz’i kastediyor- Adam gönder, onu yakala bana gönder." diyor. Peygamber Efendimiz’i yakalayacaklar.
Yemen’deki Sasani valisi de, Medine’ye iki adamını gönderiyor. Peygamber Efendimiz onları misafir ediyor. "Biraz bekleyin." diyor. Bir-iki gün bekliyorlar. Ondan sonra "valinize gidin söyleyin. Benim Rabbim, onun efendisinin hakkından geldi." diyor.
Adamlar şaşırıyorlar haber bekliyorlar. Neden sonra İran’dan haber geliyor ki o imparator ölmüş. Peygamber Efendimiz’e o küstahlığı yapanın ölüm haberi geliyor hakikaten.
Bazı Araplar, İanlıların dillerini öğrenmiş olabilir. Ebû Hüreyre rivâyet ediyor ki:
Peygamber Efendimiz İyyâküm ve’z-zanne buyurmuş. “Sû-i zanda bulunmaktan çekinin, sakının.”
Sû-i zan ne demek?
"Bir kimse hakkında kesin bir bilgi olmadan, kötü şeyler tahmin etmek" demek.
Gözünle gördün mü kardeşim?
“Yok.”
Peki, belge var mı elinde bir fotoğraf bir bir şey?
“Yok. Tahmin ediyorum ki o adam şöyle.”
Olmaz! Zan ile, tahmin ile iş olmaz. Buna sû-i zan deniliyor, sû’ kötü demek. Sû-i zan; kötü zan demek.
Mesela bir adam bir vakti kılmaya camiye gelmiş abdest alıyor, namaz kılıyor. “Bu adam çok hırpani, hırsız galiba.” Canım nereden bildin. Halbuki evliyâ adam.
Fe-inne’z-zanne ekzebü’l-hadîsi. Çünkü zan, en yalan sözdür. İnsanın içinden bir ses -şeytan- 'bu adam kötü galiba' diyor.
En yalan söz zan. Zan da bulunmayın. Kesinse o zaman bir şey yok.
Gördün mü?
Gördüm.
Tamam mı?
Tamam.
Ama öyle değilse sû-i zan etmeyecek. Ne olacak?
Hüsn-i zan edecek.
Hüsn-i zan ne demek?
İyiye yormak, hakkında iyi düşünmek.
Sû-i zan; hakkında kötü düşünmek, hüsn-i zan; iyi düşünmek.
Sû-i zanla, hüsn-i zan üzerine bir hikâye anlatayım; mâlum, hikâyeler açıklamaya vesile oluyor diye anlatıyorum.
İmam-ı Âzam Efendimiz Kûfeli idi. Hicretten 150 yıl sonra vefat etti. 80 ile 150 yıl arasında yaşadı. Hicret 622’de oldu, 80 daha; 702. İmam-ı Âzam Efendimiz çok büyük bir âlimdi; etrafına birçok kimseyi toplamış ve onlara tatlı sohbetlerle İslâm’ı öğretmişti. Onun talebeleri içinden çok büyük âlimler de yetişmişti. İmam-ı Âzam çok büyük bir zât.
Horasan’dan birisi İmam-ı Âzam’ın methini duymuş. "Kûfe şehrinde bir büyük âlim varmış, meclisi çok kalabalık oluyormuş, çok yüksek ilmî meseleler konuşuluyormuş, deryâ gibi bilgiliymiş" diye methini duymuş.
Kendi kendine karar vermiş. Demiş ki: "gideyim İmam-ı Âzam’ın hizmetine gireyim. Parayla pulla değil; Allah rızası için O'nun hizmetini yapayım, O'nun talebesi olayım, ilminden istifade edeyim, O'nun yanında öleyim. O beni yıkasın, cenaze namazımı O kılsın. Böyle bir mübarek insanın yanında bulunmak şereftir." demiş ve vedalaşmış.
Horasan’dan Irak’a yani Kûfe’ye gelmiş. Orada kenarda sormuş: "Burada İmam-ı Âzam diye birisi varmış, onu görmeye geldim. Nerede bulunur, hangi adreste bulunur." diye sormuş.
Sorduğu adam demiş ki:
"İşte bak! Karşıda gidiyor."
O tahmin ediyor ki "O büyük, âlim, aksakallı bir insan; ihtiyar, beli kambur. Hırkasında kırk tane yama var; dünyayı terk etmiş, gösterişe önem vermeyen."
Böyle bir evliyâ diye düşünüyor.
İmam-ı Âzam’a bir bakmış ki; muntazam, giyimli, sarığı güzel, cübbesi güzel, bir hoş kıyafetli, alımlı.
Hoşuna gitmemiş. " Bu fiyakacı, dünya ehli, gösterişli bir insan galiba." demiş.Oradan biraz canı sıkılmış. "Bu benim tahmin ettiğim adam değil galiba. Ben bunun hakkında çok hüsn-i zan ettim, iyi şeyler düşündüm ama galiba öyle değil." demiş.
Şöyle uzaktan ona bakarken İmam-ı Âzam orada bir üzümcü dükkânına gelmiş. Önünde çeşit çeşit küfelerde üzümler var. Birkaç tane birisinden almış, birkaç tane birisinden, birkaç tane ötekisinden, birkaç tane ötekisinden, birkaç tane ötekisinden… Hepsinden almış.
“Bu adam daha helali haramı bilmiyor! Hepsinden aldı, karnını doyurdu. Bu ne biçim iş?” demiş.
Hani bir tanesinden alsa 'şundan bana bir okka filan ver' dese. "Hepsinden aldı. Her müşteri böyle böyle her salkımdan kopartırsa dükkâncının hali ne olur? Bu adamda takvâ yok, haramı helalı bilmiyor." demiş. Yine sû-i zan ediyor. Ben bunun yanına hiç gitmeyeyim demiş.
O sırada İmamı Âzam dükkândan çıkmış. Bir şey de almamış. "Bak! Yedi yedi bir şey de almadan çıktı." demiş. Sokağın içine doğru gitmiş. O da caddede isteksiz isteksiz yürüyor. Sokağın içine bakmış; İmam-ı Azam köşede bir kadınla konuşuyor.
"Vay! Güzel güzel giyin, üzümleri lop lop at. Ondan sonra köşe başlarında kadınlarla sohbet et. Böyle âlimlik mi olur. Böyle İslâm âlimi mi olur ya, bu ne biçim iş. Ben yanlış iş yapmışım. Ben Horasan’a geri döneyim." diye dönerken İmam-ı Âzam sokağın içinden ona ismiyle hitap etmiş: “Ey yolcu, ey filanca, buraya gel!”
Şaşırmış "yahu benim adımı nereden biliyor." Keramet tabii. İsmi öyle kolay nasıl bileceksin; yabancı bir insan. O şehirde oturan bir insan bile değil.
İmam-Azam hazretleri:
"Ey filanca bir dakika" demiş. Adam gidecek, yanına bir daha hiç gelmeyecek. Üç tane kötü şey gördü.
Bir kere; süslü püslü giyimli. Demek ki dünya ehli bir insan, ahiret ehli değil, dünya ehli!
İkincisi; üzümleri lop lop attı. Demek ki haramı helali düşünmüyor.
Üçüncüsü; köşede de kadınla konuştu, bir de gülüştü. Samimi, senli-benli... Kadınla samimi konuşacağına hiç olmazsa ciddi konuş.
Adam kızdı, gidecekti. O zaman ismiyle hitap etti. "Hey gel bakalım buraya" demiş.
O yolcu hiçbir şey söylemeden demiş ki: "O üzüm dükkânı benim. O üzümler benim bağlarımın üzümleri." demiş. Tabii insan kendi üzümünü yer. Bak sû-i zan yersizmiş demek.
"O üzümler benim. Ben niçin hepsinden yedim? Adamlarıma tembihledim, aman sakın koruk üzüm koparmayın. Ekşi üzüm koparmayın, ticaretimize gölge düşmesin. Haram karışmasın, hepsi olgun olsun, müşteri memnun olsun diye tembihledim. Hepsine bakmamın sebebi; adamlarım üzümlerin olgunlarını mı koparmışlar, talimatımı yerine getirmişler mi getirmemişler mi onun için yaptım." demiş.
Adam "hay Allah ben sû-i zan etmişim." demiş. Ama bak ne kadar güzel bir sebebe dayanmış. Aslında takvalı bir insan olduğu anlaşılıyor.
Bu bir, demiş.
İkincisi; "benim bu köşede konuştuğum kadın benim ailem, zevcem demiş." Onun için insan zevcesi ile konuşur, elbette güler, şakalaşır bile...Ne olacak yani. "Bu benim ailem. Ona 'Horasan’dan bir misafirimiz geliyor, akşam eve getireceğim, yemek hazırla' dedim demiş.
Bir keramet daha gösteriyor.
"Benim giyimimin böyle olmasına gelince; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu ki: 'Allah bir kimseye bir nimet verdiyse, bir zenginlik verdiyse, para verdiyse, imkân verdiyse o nimetin emaresini onun üstünde görünmesini sever.' Zenginse zengin olduğu belli olsun. Fakir gibi giyindiği zaman kimse anlamaz. Zenginse zengin gibi giyinsin de fukara gelsin; Allah rızası için bir şey ver desin.
Peygamber Efendimiz:
'Allah verdiği nimetin emaresini, alâmetini kulu üzerinde görmeyi sever' buyurduğu için böyle giyindim. Sen benim içime bak." demiş.
İçime bak demekten iki şey anlaşılır; kalbime bak demek olabilir. Mühim olan niyetim demek olabilir. Ama o örtünün altını kaldırmış ki orada basit bir elbise.
Şimdi bu anlattığımız şeyde hüsn-i zanla, sû-i zannın misalini görüyoruz. Sen dış görünüşü ile bir şeyin kötüye yorumlarsın aslında o kötü bir şey olmayabilir. O halde kötüye yormak doğru değil. Sû-i zandan kaçınmak lazım, kötüye yorumlamaktan kaçınmak lazım.
Belge yoksa, kesinlik yoksa sû-i zan etmemek lazım. İyi düşünmek lazım. Peygamber Efendimiz böyle düşünüyor. Çünkü kötü zan, kötü düşünce; en yalan sözdür. Şeytan oki kişinin arasını bozmak için içeride yalan söylüyor.
Demek ki biz de; hüsn-i zan edeceğiz, sû-i zan etmeyeceğiz.
Ve-lâ tecessesû. Tecessüs demek; bir şeyi merak edip casuslamasına onun dibini araştırmak.
"Ya bu adam evde ne yapıyor böyle, nereye gidecek acaba, bir takip edeyim bakayım."
Sana ne?
"Bu adam arabasından bugün öğle üzeri evine geldi. Ne sebepten geldi? Vay bagajı açtı, acaba ne çıkartacak içinden?"
Sana ne ya? Komşunun işinden sana ne?
Tecessüs yok, bu doğru değil!
Ve-lâ tehassesû. Tahassüs de; bir şeyin enini, dibini, boyunu araştırmak demek. "O öyle mi oldu, söyle bakayım sen ne diyorsun." filan. Dedikodu mevzusu. "Bir şeyi karıştırıp kurcalayıp araştırmak."
Ve-lâ tenâfesû. “Birbirinize karşı kibirleşmeyin, nefsanî hareket etmeyin. Ben senden üstünüm sen nesin ki ya, otur oturduğun yerde bilmem ne filan, böyle iftihar etmeyin.”
Ve-lâ tehâsedû. “Birbirinize haset etmeyin. Ay o adamın şunu var da benim yok bilmem ne filan. Haset etmeyin.”
Ve-lâ tebâğadû. “Birbirinize kızmayın; kızgınlık, düşmanlık yapmayın.”
Ve-lâ tedâberû. “Birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinize küsüp ilgiyi kesmeyin.”
Ve kûnû ibâdallâhi ihvânâ. “Ey Allah’ın kulları! Allah sizi müslümanlar olarak birbirinize kardeş etmiş. Siz de kardeş olun! Evet, ana baba bir kardeş değilsiniz ama Allah sizi kardeş etmiş.”
Ve kûnû ibâdallâhi ihvânâ. Kardeş olun.
Açılan sayfadab ilk nasihat bu. İmam Buhârî ve Müslim’in rivâyet ettiği, Ebû Hüreyre’den ilk rivayet bu.
Ne yapacağız?
Hüsn-i zan edeceğiz. Kimsenin hakkında kötü kötü şeyler düşünmeyeceğiz. İyi şeyler düşüneceğiz, gördüklerimizi hayra yoracağız.
Çünkü sû-i zan fenadır, en yalan sözdür.
Bir kimsenin işlerine burnumuzu sokup karıştırmayacağız. Dibini, astarını araştırmayacağız. Birbirimize karşı böbürlenmeyeceğiz, kibirlenmeyeceğiz. Birbirimize haset etmeyeceğiz. Birbirimize kızıp kavgalaşmayacağız. Birbirimize sırt dönmeyeceğiz. "Ey Allah’ın kulları, hepimiz kardeş olacağız." Peygamber Efendimiz bunu emrediyor.
Müslümanların genel durumu budur! Böyle olması gerekir! Arabın Aceme, Acemin Araba üstünlüğü yoktur. İmanlı insanların hepsi kardeştir. Selmân-ı Fârisî Acemdi. Ama Peygamber Efendimiz, O'nu çok severdi.
Bilâl-i Habeşî esmerdi, Habeşistan’dan gelmişti. Ama Peygamber Efendimiz onu çok korurdu ve çok severdi. Bilal-i Habeşî çok sağlam iman etmişti.
Habeşîlik, Arabîlik, Türkîlik, Kürdîlik, Bunlar mühim değil! Biz hepimiz birbirimizin kardeşiyiz. Allah da bizim kardeş olmamızı istiyor. Peygamber Efendimiz de kardeşçe davranmamızı tavsiye ediyor.
Allah, bizi kardeş etmiş.
﴿ اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ ﴾
İnneme’l-mü’minûne ihvetün. [1]
Müslümanlar kardeştir, din kardeşidir. O halde birbirimize kızmayacağız, haset etmeyeceğiz, sırt çevirmeyeceğiz, kavga etmeyeceğiz, kibirlenmeyeceğiz, tepeden bakmayacağız; kardeş olacağız. Kardeşimizin hakkında kötü düşünmeyeceğiz. Gördüğümüz şeyleri hayra yoracağız 'herhalde onu şundan yapmıştır, bundan yapmıştır.' Hüsn-i zan edeceğiz.
İkinci hadîs-i şerîf:
«اتَّقُوا فِرَاسَةَ المُؤْمِنِ فَإِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللَّهِ»
İttekû firâsete’l-mü’mini fe-innehû yenzuru bi-nûrillâhi. Sadaka Resûlullah.
Bu da İmam Tirmizî’nin rivayet ettiği bir hadistir. İmam Tirmizî de altı büyük hadis âliminden bir tanesidir. Sıhah-ı Sitte yazarlarından birisidir. Hadis ilminin en kıymetli eserlerinden birisini yazmıştır O da.
İmam Tirmizî’nin rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz buyurmuş ki: "Müslümanın, mü’min insanın ferasetinden korkun. Çünkü o baktı mı Allah’ın nuru ile bakar, gerçekleri görür."
Feraset ne demek?
Anlayış demek, sezgi demek. Müslümanın feraseti vardır. Tahsilli değildir, belki köylüdür, belki okumamıştır, belki ümmîdir ama şıp diye sezer.
Neden?
Allah onun kalbine bir nur vermiştir, Allah’ın o verdiği nurla bakar, olayların mahiyetini anlar. "Ha bu beni aldatmaya çalışıyormuş, aslı şöyle. Bu buna yalan söylemiş, bu buna şunu yapmak istiyor." Şıp diye anlar. Bu önemli bir şeydir. Allah kulunu sevdi mi ona gerçekleri gösterttiriyor, yanılttırmıyor.
Misal; Abdülkâdir-i Geylanî Efendimiz camide vaaz verirken bir kişi geliyor diyor ki:
Peygamber Efendimiz:
"İttekû firâsete’l-mü’mini fe-innehû yenzuru bi-nûrillâhi. buyurmuş. Bu ne demek? Mümü’min karşıdaki insanın ne mal olduğunu nasıl anlıyor? Kalbindeki niyetini nasıl sezinliyor? Nasıl feraseti ile fark ediyor işi? Hâlbuki ötekisi kandırmaya çalışıyor, belli etmemeye çalışıyor. Bu ne biçim hadis, nasıl olur bu filan." diye sorunca;
Mübarek demiş ki:
"Ey mecusi, müslüman ol." demiş. Bunu soran adama, "müslüman ol. Şimdi müslüman olmanın zamanı geldi artık." demiş.
Mecusi ne demek?
Müslüman olmayıp İslâm’dan önceki İran dini olan ateşperestliğe inanan kimse demek. Ateşe tapanlar demek. Mecusiler, ateşe tapanlar.
Adam mecusiymiş. Bu hadisi gelip camide soruyor. Ama o mübarek de; onun mecusi olduğunu feraseti ile anlayıp, sezip "şimdi müslüman ol bakalım." diyor. Yani müslüman olmadığını anlıyor. Şimdi müslüman ol diyor. Bu bir!
İkincisi; müslüman olmanın zamanı geldi diyor. Adam tabii müslümanların arasında yaşadığı için ateşe tapılmayacağını, güneşin tanrı olmadığını anlamıştır. Müslümanların arasında yaşıyor, dolaşıyor, camilerine giriyor, çıkıyor ama hâlâ müslüman olmamış. Hâlâ mecusi.
"Şimdi müslüman olmanın zamanı geldi." demiş. Zamanının da geldiğini biliyor. Adam bunun üzerine bakmış ki, hakikaten mü’minin feraseti var. Şıp diye kalbinden geçeni anlıyor. Kelime-i şehadet getirmiş, müslüman olmuş.
Hocamız rahmetullâhi aleyh Mehmed Zâhid Efendimiz. Ben hatırlarım, benim başımdan geçti. Böyle oturduk camide, ben bir şey düşündüm. Aklımdan...Bir şey söylemedim daha. Şöyle bana baktı " olur mu öyle şey." dedi. Hiçbir şey demedim. "Olur mu öyle şey." dedi.
Bu nedir işte?
Mü’minin Allah’ın nuru ile baktığı zaman, olayları görmesi demektir.
Bizim yaşlı ağabeylerle hocamız hacca gitmişler. Şimdi hangi evde kalacaklar? Birisi demiş ki:
"Efendim falanca zatın evi var. Çok güzel, gidelim ona misafir olalım."
"Eh pekâlâ."
Ötekisi biraz sonra demiş ki:
"Efendim bu akşam oraya gitmeyelim de falanca yere gidelim."
"Eh Pekâlâ."
O da gitmiş. Üçüncü bir şahıs gelmiş "Efendim falanca yere gidelim."
"Eh pekâlâ." demiş.
Şimdi, hocamızın yanında bulunan Yahya Bey diye birisi var, O anlatıyor. "Hocam ben şimdi anlamadım. Üç teklif geldi, ayrı teklif bunlar. Birisi a diyor, birisi b diyor, birisi c diyor. Ayrı ayrı işler... Üç teklif geldi. Siz hepsine peki dediniz."
"Yahya sen işine bak. Şimdi onlardan iki tanesi olmayacak, bir tanesi olacak." demiş.
Hakikaten biraz sonra bir tanesi gelmiş, demiş ki:
"Efendim falancı adama gidecektik ama yurt dışındaymış, bilmem neymiş de ev kapalıymış."
Biraz sonra ötekisi gelmiş "Efendim filanca yere gidelim demiştik ama bilmem şuymuş da buymuş da."
Ondan sonra üçüncü tamam, oraya gitmişler.
Yani önceden iki tanesinin olmayacağını bilmiş, Allah bildirince biliyor.
İttekû firâsete’l-mü’mini fe-innehû yenzuru bi-nûrillâhi.
"Mü’minin ferasetinden, sezgisinden, anlayışından korkun; çünkü o Allah’ın nuru ile bakar."
Bu da tanınmış bir Hadisi Şerîftir.
El-Fâtiha.
[1] 49/Hucurât, 10.