Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Kâle ve kâle'l-Hârisü: ''Aynı râvî gene aynı zincirle, rivayet senediyle buyurmuş ki:'' ''Hâris-i Muhâsibî şöyle dedi:''
''Hüsnü'l-huluki ihtimâlü'l-ezâ ve kılletü'l-gadab ve bastü'l-vech ve tîbü'l kelâm.''
Hüsnü'l-huluki. ''Huyun güzel olması, güzel huyluluk;''
Bu nedir?
Kurân-ı Kerîm'de, hadîs-i şerîflerde tavsiye ediliyor. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
''Sana güzel huylu olmayı tavsiye ederim.''
Güzel huy bizlere emrediliyor. Dervişlik güzel huyu öğrenme mesleği. Tekke de güzel huyların öğretildiği mektep. Güzel huyları öğrenmemiz ve güzel şeyleri yapar hale gelmemiz lazım.
Şimdi güzel huyları sayıyor.
Hâris-i Muhâsibî hazretleri güzel huyu dört ana davranışla izah ediyor. Bunları ezberleyin ki onun nasihati, hayatının tecrübesi demektir. O mübarek, hayatı boyunca özet olarak güzel huy deyince bunları anlayacak hale gelmiş. O kadar tecrübeler geçirmiş, bu noktaya gelmiş.
Bir: İhtimâlü'l-ezâ. ''Halkın ezâ ve cefâsına tahammül etmek'' demektir. Biz tahammül deriz, Araplar ihtimal derler. Biz ihtimali başka mânaya; yani şu veya bu olabilir mânasına kullanırız. Ama bu Arapça'da tahammül demek.
İhtimâlü'l-ezâ; tahammülü'l-ezâ demek. Yani halkın ezâsını sırtına yüklenip gık dememek. Halkın ezası ne olabilir?
Dedikodu olabilir, komşunun çeşitli sıkıntıları olabilir, arkadaşların yanlış hareketleri olabilir; evde olabilir, çarşıda pazarda olabilir. İnsanı ezâya, üzüntüye sevk edecek çeşit çeşit şeyler. İşte derviş bunlara tahammül edecek, gık demeyecek.
Peygamber Efendimiz'e Leste mürselâ yani ''Sen peygamber değilsin.'' demediler mi?
Dediler.
''Sen mecnunsun.'' demediler mi?
Dediler.
''Şâir'' demediler mi?
Dediler.
''Kâhin'' demediler mi? Mucizeleri, olağanüstü halleri gördüler, bu sefer kâhin dediler.
Kur'ân-ı Kerîm'i dinliyorlar, güzel sözler dinliyorlar, bu sefer ''şâir'' diyorlar. Haline bakıyorlar, ''mecnun'' diyorlar. Ama hiçbirisi değil. ''Peygamber değilsin.'' diyorlar. Yani çeşit çeşit iftira.
Bunu niçin söylüyorum?
O Allah'ın en sevgili kuluyken, onun başına çeşit çeşit haksız cevr u cefâlar, sıkıntılar gelmiş. Biz ne oluyoruz? Biz bin bir kusuru olan insanlarız. Bize de arkadaşımızdan, konudan komşudan, büyükten küçükten, yalan yanlış, eğri büğrü laflar, sözler, muameleler olabilir. Ne yapacak? Gık demeyecek. Derviş olan gık demeyecek. Tahammül edecek, sesini çıkarmayacak. Ezmek isteseler ezilmeyecek, sesini çıkarmayacak, gık demeyecek, karşılık vermeyecek.
İhtimâlü'l-ezâ. ''Ezâya, cevr u cefâya tahammül etmek.''
Ve kılletü'l-gadap. ''Kızması az olacak, kızmayacak.''
Kolay kolay tutuşmayacak, sinirlenmeyecek patlamayacak, parlamayacak. Gazaplanması olmayacak. Tabi yeri geldiği zaman insana gazap duygusu da lazım.
Peygamber Efendimiz bazen gazaplanırdı. Sinirlendiği zaman alnındaki damarı şişerdi. Ama Peygamberimiz Efendimiz ne zaman sinirlenirdi? Allah'ın emri tutulmadığı zaman, Allah'a âsî gelindiği zaman sinirlenirdi. Sair zamanda tahammül ederdi.
Birisi Peygamberimiz Efendimiz'in cübbesini yakalamış, çekiştiriyor. Boynunu kızartacak kadar çekmiş.
''Yâ Resûlallah! Bana da ver, bana da ver.'' Efendimiz bir şey demiyor, yani sinirlenmiyor. Bu Peygamber, çek şu elini bakalım, uzaktan iste.
Sonra o Mekke'nin fethi hadisesinden sonra öyle fitneler oldu ki… Savaş kazanıldı. Ganimetleri Mekke'nin yeni müslümanlarına verdi, çok olarak onlara verdi.
''Peygamber adaletle taksimat yapmıyor.'' dediler.
Buyur! Resmen Peygamber Efendimiz'i adaletsizlikle, haksızlıkla itham ettiler. Peygamber Efendimiz de bir hutbe îrâd etti.
''Böyle sözler dediğinizi duyuyorum. Bu, akrabayı, hemşerileri kayırmak değil. Ben sizinle geleceğim. Mekke fethedildi ama artık Mekke'de oturmayacağım.'' dedi. Çünkü Peygamber Efendimiz vefalı.
''Medine'de kalacağım, kendimi size ayırdım. Bu taksime razı değil misiniz?'' dedi.
Ötekiler yeni müslüman olduğu için, bir de mağlup oldukları için… Yenildiler, Mekke'de mağlup oldular. Kimisi kılıç zoruyla müslüman oldu. ''Kâbe'ye sığınanlar kurtulur. Falanca eve sığınanlar kurtulur.'' dedi. Peygamber Efendimiz, af ilan etti. Muzaffer olarak girdi. Tabi içlerinde bir burukluk var, yenildiler, zorla müslüman oldular. O zamana kadar müslüman olmamışlardı. Müslüman olmasalar kesilecekler. Müslüman oldular. Efendimiz kalplerindeki yarayı, hastalığı tedavi için onlara bal verdi. Malı çok görünce hem mağlup oldular hem de çok mal geldi, ganimet geldi. ''Hay Allah razı olsun.'' diye sevindiler. Baktılar ki kötülüklerine, eski düşmanlıklarına karşı cömertlik ve iyi muamele görüyorlar. Peygamber Efendimiz onların kalplerini tedavi etmek için yaptı. Medine'nin has halis müslümanlarına,eski sağlam Müslümanlara, ''Nasıl olsa bunlar bizden, nasıl olsa bunlar anlayış gösterir.'' diye o kadar vermedi. Peygamberlik nuruyla bakıp böyle bir içtihatla onlara bol verdi.
Efendimiz verdi mi doyuracak gibi verir.
Bedevînin birisine bir sürü verdiğini her zaman anlatıyorum.
Bedevî; ''Aman ne güzel koyunlar, ne güzel sürü yâ Resûlallah!''
''Çok mu beğendin?''
''Çok''
Al.
''Hepsini mi yâ Resûlallah?''
"Hepsini!.."
Sürüyü almış, götürmüş. Efendimiz'in , gönlünde dünya malı yok. Gündüz eline altın çuvalları gelse sofra örtüsünün üstüne yığar, avuç avuç dağıtır,geceye bir şey bırakmazdı. Peygamber Efendimiz bir şey saklamazdı. Kendisinin gönlünde dünya malı yok. Onun nazarında dünya değil âhiret önemli. Onun için yeni müslümanlara çok verdi. ''Sen âdil değilsin.'' dediler.
Fe-in u'tû minhâ radû ve inlem yu'tav minhâ izâhüm yeshatûn. ''Öyle insanlar var ki ganimetten çok para verilince razı olurlar, hoşnut olurlar. Verilmediği zaman da kızarlar.''
Ne kızıyorsun? Ne hakkın var? Verirse verir, vermezse sabret. Fakir; verilince memnun, verilmeyince kızıyor. Arapça'da yeshatûn, ''sahat eder'' yani kızar demektir. İnsanların cahilleri, kafası iyi çalışmayanları, gerçekleri göremeyenleri çok. Böyle şeyler olabiliyor.
Olgun insan ne yapar?
Sabreder. Olgun insan ezâya, cefâya yumuşak yumuşak tahammül eder.İşi sonunda derlenip toparlar.
1. Ezâya cefâya tahammül.
2. Kızmamak, gazap etmemek. Kızılacak bir olay olabilir. Parlayıp bir tane vurup da ondan sonra sakinleşmek değil; sakin sakin, gazaplanmadan, kızmadan halim olmak. Bunun sıfatı halim, halim olacak.
Halim, kızılacak yerde kızmayan. Halim sıfatı güzel bir sıfattır. Onu da elde etmeye çalışmalıyız. Ekseriyetle insanın başına gelen çekişmeler, çatışmalar, kavgalar, gürültüler ani kızgınlıklardan olur. Halim olduğu zaman bir şey olmaz.
''Peki abi, haklısın abi, tamam abi.'' dedin mi adam seninle kavga edemez. Kavga etmeye bile gelse, ''Tamam, geç aslanım.'' deyince bir şey olmaz.
3. Ve bastü'l-vech. Türkçesi güleç yüzlü olmak demek. Yüzü yaymak, yani böyle dudakları yayılıyor, mütebessim, yumuşak, gözleriyle ılık ılık. Güleç yüzlülük, bu da güzel bir huy, önemli.
Benim rahmetli anneannem birgün bana dediki;Esad ben sana ne yaptım,kaşını çatıyorsun.
Benim kaşlarım böyle yaratılmış ,normal durduğum zaman kızıyorum gibi.Dedim ki ninecim kaş çatmak filan bahis konusu değil ,ben seni seviyorum.
Hiçbirşey demesen bile ,millet çatık kaştan rahatsız oluyor.O zaman Müslüman güleç yüzlü mütebessim olacak.
Peygamber Efendimiz'in vasıflarından birisi de besîm. Besim, mütebessim demek. Efendimiz'in ekserî hali tebessüm idi. Görünüşü itibariyle mütebessimâne halli idi. Peygamber Efendimiz evde de şen şakraktı. Torunlarını severdi. Hanımlarına karşı muamelesi yumuşaktı, tatlıydı. Örnek alınacak tarafları var. Demek ki üçüncüsü güleç yüzlü olmak.
4. Ve tîbü'l-kelâm. ''Sözün hoş, güzel olması.'' Güzel, hoş sözlü olmak. Bu da çok önemli. Bazı insanlar bunu çok güzel yapıyorlar. Meziyet bu. Söyleyişinden, işe girişinden, başlayışından karşı tarafın kalbini kazanıyorlar. Hani derler ya; ''Nasılsın kör kadı?'' demiş. Gelmiş, ''Nasılsın?'' diye soruyor ama ''kör kadı'' deyince, tabi adam hiç memnun olmamıştır. ''Nasılsın kör kadı?'' dersen kadıdan zılgıtı yersin. Kör ama adam, ''Nasılsın kör kadı?'' denmez. O bakımdan bir insanın sözüne de dikkat etmesi lazım.
Güzel huyun dört tanesini saydı.
1.Ezâya, cefâya tahammül,
2.Kızmamak,
3.Güleç yüzlülük,
4.Tatlı dillilik.
Bunları hepinize tavsiye ediyoruz,hepinize. İdâre-yi kelâm etmeyi de öğrenin. Nasıl direksiyonun başına geçtiğiniz zaman direksiyonu idare edemezseniz bu korkunç İstanbul trafiğinde mutlaka her gün birkaç kaza yaparsanız, şu dilinizin direksiyonunu da güzel idare edemezseniz her gün nice nice kazalar yaparsınız. Ona çarparsınız, buna çarparsınız, onun kalbini yıkarsınız, berikisinin gönlünü kırarsınız. Onun için sözün güzelini söylemeyi öğrenmeli.
Yunus'un bir sözü var, onu ezberleyin:
Söz ola kese savaşı
Söz ola kese savaşı.
İkinci mısrada, Söz ola kestire başı diyorlar ama Yunus Emre öyle dememiş. Söz ola bitire başı demiş. Eski nüshalara baktığımız zaman doğrusu bu.
Söz ola bitire başı ne demek?
Baş burada yara demek. Yarayı bitirmek de iyi etmek demek.
Söz ola kese savaşı.
Söz ola bitire başı.
Yaraya merhem sürüp yarayı iyi etmek demek. Ortada yara var ama yarayı merhemliyorsun, ilaç iyi geliyor, antibiyotik, penisilin, teramisin vesaire… Derken yara iyi oluyor. Mevcut yarayı kapattırıyor, yarayı iyi ediyor.
Söz ola kese savaşı. ''İki tarafın kavgasını, gürültüsünü keser, sulh eder.''
Söz ola bitire başı. ''Yarayı tedavi eder.''
Söz ola ağulu aşı. ''Edebî söz, zehirli aşı yağ ile bal eder.'' diyor. Bu güzel. Sözün güzelini söylemek önemli.
Yunus Emre de bu işe çok önem vermiş. Sözle ilgili böyle bir de şiir yazmış:
Kelecilerin bişirgil, sözün us ile düşürgil.
Keleci, kelam demek. yani sözünü aklında şöyle evir çevir, fırına ver, pişir, ham olmasın.
Kelecilerin bişirgil, sözün us ile düşürgil. ''Söylediğin sözü akla mantığa uygun söyle.'' diye tavsiye ediyor.
Peygamber Efendimiz;
''Ekseriyetle insanı cehenneme sokan iki uzuv vardır: Birisi, iki dudağı arası, diğeri, iki bacağı arası.'' buyurmuş.
Böyle tabir etmiş.
Ekseriyetle insanı cehenneme düşüren nedir?
İki dudağı arasındaki dil. Konuşur, günah söyler, hata işler, kalp kırar Elfâz-ı küfür söyler, dinden imandan çıkar. Adam; ''Şu ibadeti, bu ibadeti anlıyorum da orucu anlamıyorum.'' diyormuş. Yani aklına yatmıyor. Halbuki oruç akla yatmaz mı? Herkesin bildiği, doktorların her zaman tavsiye ettiği gayet güzel bir şey. Dinli, dinsiz, Amerikalı, İngiliz kim varsa herkes; ''Aman çok yemeyin, aman perhiz edin, aman midenize çok yük yüklemeyin.'' deyip duruyor. Adam İslâm'ın emirleri içinde orucu anlayamamış.
Sözünüze dikkat edin. Dervişlik, verilen zikirleri yapmaktan ibaret değildir. Ekseriyetle böyle anlaşılıyor. Millet şeyhliği de ekseriyetle keramet göstermek diye anlıyor. Yani başına kavuk geçirecek, ondan sonra şu kerameti bu kerameti gösterecek. Dervişliği de yanlış anlıyor, dervişliği zikir sanıyor.
Hâris-i Muhâsibî hazretleri, öteki büyüklerimiz burada sözlerini okuduğumuz kimseler, bu işin ordinaryüs profesörü, bu işin üstatları, allamesi. Onların sözlerine dikkat etmek lazım.
Yunus Emre sözün hem önemli olduğunu söylemiş hem de ne güzel sözler söylemiş de hâlâ bizimle, aramızda. Hâlâ onun sözlerini ya arabayla giderken dinliyoruz, evde dinliyoruz ,vaazda söylüyoruz. Bizim demek istediğimizi iki kelimeyle izah etmiş oluyor.
Onun için sözünüze dikkat edin. Tatlı dilli olmak ve sözü idâre-yi kelâm; yani usulüyle söylemek. Dümdüz söylemek olmaz. Bu sokaklarda dümdüz gidersen duvara çarparsın. Sokağın kıvrımına göre kıvrılarak gideceksin. Yüz defa Estağfurullah diyorsunuz, tamam. İdâre-yi kelâm ve tatlı dil de bir vazifeniz. Güleç yüz de vazifeniz.
Hocamız'ın zamanında bir dervişimizle tanışmıştım. Çok garibime gitmişti. Ben o zaman küçüğüm, Hocamız yanında bizi gezdiriyor. Bir yere gitmiştik. Adamın kaşları çatık, sabah namazından sonra çıkarmış, kimse ile konuşmazmış, dükkanına gidermiş. Konuşmamak olur mu ya! Bu dil, işte bak, tîbü'l-kelâm. Selam verirsek almayacak mısın? Güzel temennilerde bulunmayacak mısın? ''Günün hayırlı olsun. Allah işlerini rast getirsin.'' demeyecek misin? Bunların hepsi sevaplı şeyler.
el-Kelimetü't-tayyibetü sadakatün. ''Güzel söz sadakadır.''
Sadaka sadece cüzdandan para çıkartıp öbür tarafa vermek değildir. Güzel söz de sadakadır.
Tebessümüke fî vechi ahîke leke sadakatün. ''Kardeşinin yüzüne mütebessim bakman senin için sadakadır.'' Sadaka ver, ona tebessüm et, ona tebessüm et, ona tebessüm et… Buyur sadaka işte. Paran olmasa bile sadaka veriyorsun.
Kovandaki suyu öteki kardeşinin kovasına dolduruvermen, ''Ben biraz daha beklerim, durumum serbest, sen git, çoluk çocuğun var, işin var, gücün var, benim kovayı sana boşalttım. Hadi sen git, çeşme başında bekleme.'' diyerek kovandaki suyu kardeşinin kovasına boşaltman da sadakadır.
''Yoldan çeri çöpü alıp kenara atman da sadakadır.'' diyor.
Biz böyle bir milletin, böyle dinin mensuplarıyız. Sokaklarımızın haline bak. Avrupalılar, sokaklarda çevre kirliliğini engellemek için çöp topluyorlar. Bize Avrupa'dan geliyor, yani ithal malı geliyor. Halbuki bunlar dedelerimizin bildiği, dinimizden gelen, Peygamber Efendimiz'in tavsiye ettiği şeyler.
Demek ki bu nesiller olarak biz, İslâm'ı iyi anlayamamışız. Öğretilmediği için belki de mazuruz.
Kâle ve kâle'l-Hârisü ''Aynı râvî, gene aynı rivayet senediyle.''
Bu adamlar kâle ve kâle dedi. Niye iki tane kâle dedi?
''Dedi.'' diye geçse ya. Her şeyi senetli, rivayetli, kaynaklı söylüyorlar. Nereden aldığını, menbaını söylüyorlar. O terbiyeyi bizim de almamız lazım. Filanca âyette şöyle söylüyor, filanca kitapta böyle söylüyor diye, bunu öğrenelim. Bu da bize bir ibret olsun. Bak ne kadar ve kâle diyor, kâle ve kâle'l-Hârisü. İlk kâle kimden? Râvîden. Râvî dedi ki: -O râvînin ismini bu sayfada bulmamız lazım şuradan bulacağız, Ebû Osman el-Beledî demiş- Hâris-i Muhâsibî, terceme-i hâlini okumakta olduğumuz mübarek alim ne buyurmuş?
Li-külli şeyin cevherun ve cevheru'l-insâni'l-aklu ve cevheru'l-akli's-sabru. ''Her şeyin bir cevheri vardır.''
Yani aslı, özü içinde. Mesela cevizin cevheri nedir? Yeşil kabuğu değil, onu atacaksın. Ağaç, odun olan sert kabuğu değil, onu da kıracaksın. O üstündeki zarı da değil, onu da çıkarabilirsen tazeyse, suya koy, onu da çıkar. Asıl cevheri, asıl maksat olan cevizin içi. Her şeyin bir aslı, esası, cevheri vardır.
Ve cevheru'l-insâni'l-aklu. ''İnsanın cevheri de aklıdır.''
İnsanın pazusu var, ayağı var, saçı var, bıyığı var, kulağı var. Bunlar kemik, et, kıl filan.
İnsanın aslı ne?
Bunlar kabuk, dış tarafı.
İnsanın asıl özü, cevheri akıldır. Hakikaten öyle değil mi? Bir delinin de pazusu, gücü, kuvveti var. Belki yakışıklı, yüzü çok güzel ama aklı yoksa kıymeti oluyor mu? Deliye kız verirler mi, işe alırlar mı, para verirler mi? Zincire vururlar. İnsanın asıl cevheri aklıdır.
Ve cevherü'l-akli. ''Aklın da özü, esası, temeli yani içi;'' es-Sabru. ''Sabırdır.
'' Sabra ne kadar önem veriyor! Sabırdan yana bir nasibiniz var mı? Sabreder misiniz?
Umumiyetle hepimizin içinde bir sabırsızlık var. Halbuki sabır çok güzel bir sıfat. Sabır olduğu zaman insanın her işi derya gibi gayet güzel olur, her işi halleder ve başarır. Tabi sabrın çeşitleri var.
İyi bir şeye sabreden sonunda ulaşır. Tahsile sabreden diplomayı alır. Ticaretine, işine sabreden kârı kazanır. Bir işi yapmaya başlayan sabrederse o işi bitirir. Cami yapmaya başladın, temeli kazan kubbeyi sonunda örter. Sıvayı yapar, içinde ibadet yapılmasını sağlar. Her şey sabırla oluyor.
Onun için eskiler demişler ki; ''Sabırla koruk, helva olur.''
Koruk asmadan sarkıyor, yeşil renkli, aldığın zaman ekşi. Kabuğunu ''tüh'' diye çıkartıyorsun. ''Uf, çok da ekşiymiş, dişlerim kamaştı.'' diyorsun. Ama bu ekşi üzüm sabırla helva oluyor.
Nasıl helva oluyor?
Uzun iş. Sıkıyorlar, üzümün suyu çıkıyor. Öyle dursa bozulur, fışkırır, içki olur. Öyle durmuyor. Ondan sonra onu kaynatıyorlar, pekmez oluyor. Ondan sonra pekmezi unla karıştırıyorlar, pişiriyorlar helva oluyor. ''Sabırla koruk, helva oluyor.'' Sabırla tane ekmek oluyor, sabırla koyunun yünü halı oluyor. Her şey sabırla oluyor. Bu sabrı öğrenmeliyiz. Sabr u sebatı ve tahammülü öğrenmeliyiz. Bu, başarının anahtarıdır.
Dinin iki ayağı var. İnsanın dindarlığı bunlarla ilerleyebilir. Biri sabır, diğeri şükür. Namaza, ibadete, oruca sabredeceksin, hacda sabredeceksin, Allah yolunda sabredeceksin, günaha düşmeyeceksin, sevaplı işi yapmakta devam edeceksin, bıkmayacaksın, yorulmayacaksın. Dinin yarısı sabır, yarısı şükürdür.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.