Eûzubillahimineşşeytânirracîm.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillâhi Rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben müberaken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azimi sultanih.
Ve's-salâtu ve's-selâmu alâ seyyidinâ ve senedinâ ve üsvenite’l haseneti Muhammedini'l-Mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîn.
Emma ba’dü:
Fe-kâle Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
إِنَّ رَبَّكُمْ وَاحِدٌ، وَإِنَّ أَبَاكُمْ وَاحِدٌ، وَدِينَكُمْ وَاحِدٌ، وَنَبِيَّكُمْ وَاحِدٌ، وَلَا فَضْلَ لِعَرَبِيٍّ عَلَى عَجَمِيٍّ وَلَا عَجَمِيٍّ عَلَى عَرَبِيٍّ، وَلَا أَحْمَرَ عَلَى أَسْوَدَ، وَلَا أَسْوَدَ عَلَى أَحْمَرَ إِلَّا بِالتَّقْوَى
İnne rabbeküm vâhidün ve inne âbâeküm vâhidün ve dîneküm vâhidün ve nebiyyüküm vâhidün; lâ fadle li arabiyyin alâ acemiyyin ve-lâ acemiyyin alâ arabiyyin ve-lâ ahmera alâ esved ve-lâ esvede alâ ahmer, illâ bit-takvâ.
Sadaka Resûlullah fîmâ kâl ev kemâ kâl.
İnne Rabbeküm vâhidün.
-Bu sanırım Ebû Saîd el-Hudrî hazretleri olmalı. Ebû Saîd diye yazılmış sadece.
Bu hadîs-i şerîfi Ebû Saîd el-Hudrî hazretlerinden İbnü’n-Neccar rivayet etmiş.
Sanıyorum yazılışında bir hata var. Onu düzeltiriz.-
İnne rabbeküm vâhidün. “Muhakkak ki Rabbiniz birdir.”
Allah-u Teâlâ hazretleri, Rabbü’l-âlemîn, yeri göğü yaratan, ins ü cinni yaratan Allah birdir, Rabbiniz birdir.
Ve-inne ebâküm vâhidün. “Babanız da birdir.”
Âdem aleyhisselam. Hepimiz Âdem aleyhisselam’ın evlatlarıyız. Onun için “evlat” mânasında, âdem sözünün başına “benî” kelimesi geliyor. Benî âdem, “Âdem’in evlatları” demek. Benî İsrail, “İsrail’in evlatları, Yakup aleyhisselam’ın evlatları.”
Babanız da bir.
Ve dîneküm vâhidün. “Dininiz de bir, -İslâm.-”
اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠
İnne’d-dîne inda’llâhi’l-İslâm. [1] “Allah’ın indinde geçerli din İslâm’dır, başka din yoktur.”
Yeryüzünde kitapları dolduracak kadar inançlar, beşerî dinler, bâtıl dinler inançlar var ama bir tanesi doğru.
İnne’d-dîne inda’llâhi’l-İslâm. “Allah’ın kabul ettiği, geçerli, doğru, gerçek olan din bir tek, İslâm.”
Hem İslâm sadece Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz tarafından öğretilmiş bir din de değil. Kökü Âdem aleyhisselam atamıza kadar giden ana inanç. İslâm; ana düzeltmelerle başka dinleri de düzelten, ana inanç
Hz. Âdem atamızdan beri bütün peygamberler tarafından hep söylenmişti ama sonradan insanlar bozdular. İnançlarını, kafalarını, yollarını, ahlâklarını değiştirdiler. Sapıttılar, şaşırdılar. Birbirlerini sömürmek maksadıyla veyahut şeytanın kandırmasıyla putlara taptılar, heykellere taptılar, atalarına taptılar, dağlara denizlere taptılar, gökteki; aya, güneşe, yıldızlara taptılar.
Merih harp tanrısıymış mesela, atmaca uydurmaca şey. Her yalan yanlış şeye taptılar, canlı hayvanların bazılarına taptılar.
Mesela Eskimoların yanında “beyaz ayı” kutsal. Hintlilerin nazarında “öküz” kutsal. Hindistan’da bir inanç var; “kobra yılanı” kutsal. Eski Mısırlılarda timsaha tapanlar var, timsah tanrıları var.
Tabi bu inançlar nereden doğdu? İnceleme konusudur.
“Dinler tarihi” diye bir dal vardır, bilim dalı. İncelenir ama din birdir. O da İslâm’dır.
Bütün peygamberler hep Allah’ın bir olduğunu söylemiştir. Hatta sonradan Allah’ı “bir değil” diye inanan, söyleyen inançların peygamberi bile “Aslında hayır, Allah birdir.” demiştir. Ama onlar peygamberlerinin sözlerini bozmuşlardır.
Mesela Musa aleyhisselâm’ın kavmi mucizeleri gördükleri halde Filistin’e doğru giderken puta tapan bir kavim görmüş. Musa aleyhisselâm’a demişler ki; “Bize de bir tanrı yapsana, ona tapınsak, bize bir put yapsana!” demişler.
Demek ki karşılarında bir heykel görüp tapınmayı Mısır’dan gördükleri için, bir de geçtikleri yerlerde de görünce böyle şeyleri istiyorlar.
Yanlış!
Ve dîneküm vâhidün. “Dininiz de birdir.”
O zaman Rabbimiz bir, babamız bir, dinimiz bir.
Ve nebiyyüküm vâhidün. Peygamberimiz de bir. “Peygamberiniz de bir.” diyor Peygamber Efendimiz.
Bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem peygamber seçildikten sonra bütün peygamberlerin vazifeleri tamamlanmış oluyor, devreleri bitmiş oluyor; Peygamber Efendimiz’in devresi başlıyor.
Şu devirde; Peygamber Efendimiz’in peygamber olduğu zamandan bizim geldiğimiz zamana kadar ve bundan sonra da dünyanın bozulacağı, kıyametin kopacağı zamana kadar da bir peygamber var: Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz. Herkes o peygambere iman etmek zorunda. "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû" inancına gelmek ve bunu söylemek zorunda.
“Ben Allah’a inanıyorum da sizin peygamberinizi kabul etmiyorum.” diyen bir kimsenin inancı kabul olmaz! Makbul değildir! Allah tarafından kabul edilmez. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in de peygamber olduğunu kabul etmesi gerekiyor.
Her şey böyle bir olduğuna göre o zaman bu ayrılık gayrılık nereden çıkıyor?
Rabbimiz bir, babamız bir, aynı soydan gelmişiz. Dinimiz bir, peygamberimiz bir.
O zaman ne olması lazım?
İnsanların kardeş olması lazım. Bir arada sulh u sükûn içinde yaşaması lazım. Böyle kan dökme, böyle hunharlık, böyle canavarlık olmaması lazım.
Görüyoruz. İşte Sırplar, işte Filistin, işte Keşmir, işte Kosova...
İnsanların kardeş olması lazım, birbirlerinin canını yakıp kanını dökmemesi, malını yağmalamaması, eziyet işkence yapmaması lazım.
Ve kimsenin kimseye üstünlüğü yok. Birisi saraylarda yaşayacak, ötekisi kulübede kan kusacak; böyle şey yok! Böyle bir şeye kimsenin hakkı yok! Beyaz ırk üstün de siyah ırk değil. Böyle bir şey de yok!
Lâ fadle li arabiyyin alâ acemiyyin. “Arap’ın Arap olmayan gayrı milletlere bir üstünlüğü yok.” Ve-lâ acemiyyin alâ arabiyyin. “Başka milletlerden olanların da Arap olanlara bir üstünlüğü yok.”
“Ben İngilizim, en asil benim! Ben Almanım, en asil benim! Ben Fransızım, en asil benim!”
Hayır, hiç öyle bir şey yok! Hiçbir farkınız yok! Çünkü hepiniz Hz. Âdem’in neslinden gelme insan cinsisiniz, hepiniz eşitsiniz, birisi ötekisinin üzerine üstünlük taslayamaz. Bir fark yok!
Bu farklılık niye, fark nerede olabilir?
Ve-lâ ahmere alâ esved. “Kırmızının siyaha üstünlüğü yok.” Ve-lâ esvede alâ ahmer. “Siyahın kırmızıya üstünlüğü yok.”
İnsanların bir kısmının derisi siyah. Afrika’dakiler, sıcak ülkedekiler siyah renkli oluyor. Bazıları da kırmızı renkli oluyor. Mesela kızılderililere; bayağı bir çarpıcı kırmızılığından dolayı o isim verilmiş. Güney Amerika’da da bazen böyle şeyler var.
“Kırmızı renkli insanın siyah renkli insan üstüne, siyah renkli insanın kırmızı renkli insan üstüne bir üstünlüğü yok!”
İllâ bi’t-takvâ. “Ancak takvâda fark var.”
Allah korkusunda, Allah’a itaatte, Allah’a kullukta hangisi daha edepli ise üstün olan o! Başkasının başkasına üstünlüğü yok!
Ama İslâm ilk çıktığı zamandan beri bu kurallara uymuş ve bu kurallara uyulan bir toplum meydana getirmiş:
Peygamber Efendimiz’in en sevgili ashâbı arasında; kara bir kadının, kara bir oğlu olan mübarek “Bilal-i Habeşî” Efendimiz vardı. Ama Efendimiz onu çok seviyordu. İran kökenli olup köle olarak Arabistan’a getirilmiş olan “Selmân-ı Farisî” vardı. İran kökenliydi, Arap değildi.
Başka yerlerden gelmiş muhtelif insanlar vardı. Hiçbirinin ötekisine; “Ben şu soydanım.” diye üstünlük taslamaya hakkı yoktu. Hatta cahiliye devrinde Kureyş, hac yaparken Arafat’a çıkmazmış. Müzdelife’de keyif çatarlarmış. “Biz soylu insanlarız, biz oraya çıkmayız.” derlermiş.
Âyetler iniyor, o âdeti de kaldırıyor:
“Siz de öteki insanlar gibi gidin, orada ibadetinizi yapın!” diyor.
“Biz humusuz.” diyorlarmış. “Biz kahramanlarız, soylularız.”
Bilal-i Habeşî, kölelikten âzat olma bir sahabe. Hz. Ömer halife iken onun makamına gelmişler; O'da “buyur” demiş, içeri almış. Devlet başkanının yanına, riyâset-i cumhur makamına girmişler. Dışarıda Kureyş’in en soylu bilinen insanları var. Ama onlar sonradan müslüman olmuşlar. Mekke fetholunduktan sonra müslüman olmuşlar.
Hz. Ömer içeride onlarla sohbet ediyormuş, ötekileri kapıda bekletiyormuş. Biraz sinirlerine dokunmuş, damarlarına dokunmuş. Asillik damarları tutmuş; “Böyle şey olmaz!” demişler. “Biz kapıda bekletiliyoruz, bizim bir zamanlar kölelerimiz olan kimseler içeride halife ile oturuyorlar.” Böyle biraz isyan edecek gibi sözler söylemişler.
İçlerinden bir tanesi demiş ki;
“Arkadaşlar, böyle demeyin, haksızlık etmeyin. Biz Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselam’a düşmanlık ederken, Onlar Resûlullah’ın yanında yer aldılar, canlarını dişlerine taktılar, hayatlarını tehlikeye attılar, Resûlullah Efendimiz’e yardımcı oldular. Biz düşmanlık ettik, ordular teşkil ettik, öldürmek üzere onlara saldırdık, çok haksızlıklar yaptık. Onlar hayırda, İslâm’da bizi geçtiler. Kendimizi onlardan üstün sanmaya bizim hakkımız yok!”
O zat-ı muhterem demiş ki:
"Biz, eski kusurlarımızı nasıl ödeyebiliriz, ne yapabiliriz?
Bizi ancak cihat temizler. Cihat edersek, Allah yolunda şehit olursak herhalde Allah o zaman bizi affeder. Çünkü şehitlerin günahları affediliyor." diye cihat cephelerine gitmiş, oralarda çarpışarak şehit olmuş mübarek.
Allah şefaatlerine erdirsin.
Ancak Allah’a güzel kullukta, takvâda, dindarlıkta Allah indinde bir üstünlük vardır. Olabilir ki âhirette bir köle efendisinden üste çıkar. Hatta cennete girer, efendisi cennete bile giremez. Hatta bir efendi bakacakmış ki kölesi cennette daha yukarıdaki makamlarda.
Diyecekmiş ki;
“Yâ Rabbi, bu benim kölemdi, ben buna su getirtiyordum, hurma taşıttırıyordum, toprak kazdırtıyordum, karşımda el pençe divan durduruyordum, emrediyordum. Kızdığım zaman kırbaçlıyordum, dövüyordum. Benden hor hakir aşağıdaydı, şimdi daha yukarıya çıkmış.”
Allah diyecekmiş ki;
“Evet, öyle, daha yukarıda. Onu işlediği ibadetlere göre mükâfâtlandırdım, amellerine göre o makama çıkardım. Seni de işlediklerine göre, ibadetlerine göre çıkardım. İşte buraya kadar çıkabildin!”
Çalışan kazanır. Takvâsı olan, ibadeti olan, ahlâkı güzel olan, kalbi temiz olan, ihlâsı tam olan, Müslümanlığı sağlam olan kazanır. Fakir de olsa, köle de olsa, kara da olsa, kuru da olsa, sakat da olsa kazanır. Dünyevî ölçeklerde her yönden alımlı çalımlı bir insan da ibadet yönünden zayıfsa, kalbi iyi değilse; Allah indinde bir derece kazanamaz.
Bunun sonucu nedir?
Bunun sonucu, Allah’a güzel kulluk etmeye niyet etmemizdir:
“Yâ Rabbi, bize yardım eyle. Bize hakkı göster. Bize sana güzellik kulluk etmeyi nasip eyle. Bizi de sevdiğin, razı olduğun kulların arasına kabul eyle. Sevdiğin, razı olduğun şekilde ömür geçirmemizi nasip eyle!” dememiz lazım.
Ve bunu sağlamak için bütün aklımızı, fikrimizi, bilgimizi, zekamızı kullanarak bunu kazanmaya çalışmamız lazım. Nasıl dünyada para kazanmak için, iş sahibi olmak için, işsiz kalmamak için, çoluk çocuğumuzu geçindirmek için, iyi araba almak için, iyi ev almak için var gücümüzle çalışıyoruz;
“Her gün sabahtan akşama kadar neredesin be kardeşim?”
“Hocam, ne var, işe gidiyoruz, çoluk çocuk sahibiyiz. Olur mu, ne istiyorsun? Sabahtan akşama kadar senin karşında mı duracağız? Elbette işe gideceğiz.”
İnsan sabahtan akşama haftanın beş günü, altı günü dünya için çalışıyor.
Peki ebedî saadet için, cennet için, cennetteki köşkler için çalışmak gerekmez mi?
Allah rızasını kazanmak için mutlaka çok çok fazla çalışmak gerekir. Hatta dünyaya aldırmayıp âhireti kazanmak için çalışmak gerekir. Çünkü bazı iyi, mübarek, akıllı insanlar öyle yapmışlar, cenneti kazanmışlar. İslâm tarihinden misaller çok. Yapmayanlar kendileri bilir.
İkinci hadîs-i şerîf kölesini yukarıda gören insan ile ilgili hadîs-i şerîfti. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ten rivayet edilmiş.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
إِنَّ رَجُلاً دَخَلَ الْجَنَّةَ فَرَأَى عَبْدَهُ فَوْقَ دَرَجَتِهِ، فَقَالَ: يَا رَبِّ، هٰذَا عَبْدِي فَوْقَ دَرَجَتِي، فَقَالَ لَهُ: نَعَمْ جَزَيْتُهُ بِعَمَلِهِ، وجَزَيْتُكَ بِعَمَلِكَ
İnne recülen dehale’l-cennete fereâ abdehû fevka derecetihî, fe-kâle: Yâ Rabbi, hâzâ abdî fevka derecetî. Fe-kâle lehû: Neam, cezeytühû bi-amelihî ve cezeytüke bi-amelik. “Adamın birisi cennete girecek ve orada kulunu kendisinden daha yüksekte görecek. Ve o zaman diyecek ki, ‘Yâ Rabbi, bu benim kölemdi, hizmetçimdi. Şimdi benden yüksek dereceye çıkmış.’ Allah-u Teâlâ hazretleri ona buyuracak ki; Neam, ‘Evet.’ Cezeytühû bi-amelihî ‘Onu ibadetiyle mükâfâtlandırdım, bu dereceye çıkardım.’ Ve-cezeytüke bi-amelik, ‘Seni de yaptığın ibadetler kadar mükâfâtını vererek bu kadar yükselttim.’”
Metin bu.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
إِنَّ صَدَقَةَ السِّرِّ تُطْفِئُ غَضَبَ الرَّبِّ، وَإِنَّ صِلَة الرَّحِمِ تَزِيدُ فِي الْعُمُرِ، وَإِنَّ صَنايِعَ الْـمَعْرُوفِ تَقِي مَصَارِعَ السُّوءِ، وَإِنَّ قَوْلَ: لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ تَدْفَعُ عَنْ قَائِلِها تِسْعةً وَتِسْعِينَ بَابًا مِنَ الْبَلَاءِ، أَدْنَاهَا الْهَمُّ
İnne sadakate’s-sirri tutfiü ğadabe’r-rabbi ve inne sılate’r-rahimi tezîdü fi’l-umr ve inne sanâyia’l-ma’rûfi takî mesâria’s-sû'i ve inne kavle lâ ilâhe illallah, tedfeu an kâilihâ tis’aten ve tis’îne bâben mine’l-belâ ednâhe’l-hemm.
Bu hadîs-i şerîf, İbni Abbas radıyallahu anhümâ’dan rivayet edilmiş. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
İnne sadakate’s-sirri tutfiu ğadabe’r-rab. “Gizlice, sessizce, gösterişsiz, riyasız verilen fukarayı sevindirecek hayır, sadaka, para Cenâb-ı Hakk’ın gazabını söndürür. Hayır yapan, sadaka veren kimse suçluysa bile Allah onu cezalandıracaktı, ona gazap ediyordu sadaka verince Allah-u Teâlâ'nın gazabı söner."
Allah affeder. Allah’ın gazabını söndürür, sadaka veren affolunur.
“Allah’ın gazabının sönmesi” ne demek?
“Gizli verilen sadaka” Allah’ın gazabını söndürür" ne demek?
Allah, günahkârlığından dolayı sadaka veren kimseye kızmış bile olsa, riyasız, halis niyetle, sessizce sadaka vermesinden dolayı onu affeder, kızmaz, sever de.
Ve inne sılate’r-rahimi tezîdü fi’l-umr. “Ve akrabaya sıla-i rahim yapmak ömrü arttırır.”
Sıla-i rahim nedir?
Akrabaya sıla-i rahim iki şekilde ortaya çıkar. Bir; akraba ile alakaları devam ettirmek.
Sen teyzeni, amcanı, dayını, halanı arıyor musun? Amcazâdeni soruyor musun? Nasıllar iyiler mi, kötüler mi, selam veriyor musun? Bayramlaşıyor musun? Ziyaretine gidiyor musun? Telefon açıyor musun? Mektup yazıyor musun? Yoksa koptun mu onlardan, hiç ilişkin yok mu?
Arapçada sıla, “bağlantı” demek. Bağlantın var mı, yoksa kopuk mu?
“Ne dayısı, ne amcası hocam. Yıllardır görmedim. Adlarını bile unuttum, çocukları kaç tane bilmiyorum.
Nasıl akrabalık seninkisi! Akraba ile ilişkisini hiç düzgün tutmamış, akrabasını ihmal etmiş. Akrabasıyla hiç ilgisi yok. Allah-u Teâlâ hazretleri bunu sevmiyor. Akrabayla ilişkilerin tatlı, canlı tutulmasını, akrabalık bağlarına önem verilmesini seviyor. Böyle yapan kimsenin ömrüne de bereket veriyor, ömrünü arttırıyor. O kimse uzun ömürlü oluyor. Bağlılık devam edecek.
Paranın iki yüzü olduğu gibi sıla-i rahimin de ikinci yüzü vardır. O nedir?
Akrabaya yardımcı olmak, kollamak, gözetmek...
Mesela akraba fakir, açlıktan kıvranıyor; “Dokuz tane çocuğuna bakacağım.” diye çırpınıyor. Sen de zenginsin, arabaların var, bağların bahçelerin var, tarlaların var, gelirlerin var. O fakir, sen zenginsin. Ona bakmıyorsun. Yardım edeceksin biraz, hayır elini açacaksın, yardımcı olacaksın!
Zekâtın bile öncelikle akrabaya verilmesi sevap. Yakınlarını gözetmek sevap, çok uzaktaki kimseleri değil de yakınındakileri… Tabi annesine babasına, çoluğuna çocuğuna verilmiyor. Kendisinin bakımıyla mükellef olduğu yaşlılara ve küçüklere verilemiyor da, akrabadan dayı, amca, hala, köyde fakir zavallı vesaire kimselere “maddî destek” mânasına gelir.
Sıla bir bakıma da Arapçada “bahşiş” mânasına geliyor. “Hediye, atiyye, bahşiş, bir şey vermek” mânasına geliyor. Sıla-i rahimin o anlamı da var. Akrabaya selamün aleyküm demek de, ziyaret etmek, gitmek de bir sıla-i rahim. Ama hâli perişansa biraz yardımcı olmak da sıla-i rahimin daha hoş, güzel bir şekli. Kaymaklı kadayıf. Kadayıf zaten güzel de kaymaklı olunca daha güzel oluyor.
“Peki hocam, akraba ama 'akrabanın akrep etmez birbirine ettiği'
Akrabanın birbirine yaptığını akrepler bile yapmaz”
Hart diye sokup da akrep insanın canını ne kadar yakıyor; işte böyle akrabalar da oluyor. Bazen miras yüzünden kavga ediyorlar. “Yok babamın malı sana çok gitti, bana az geldi!” filan diye. Bazen arazi ihtilafından bir şey oluyor. Bazen kız almak vermekten, evlenmek boşanmaktan bir şey oluyor. Şeytan çeşitli yönlerden arayı açacak bir şeyler buluyor.
Akraba birbirlerine azılı, kanlı bıçaklı, hasım ve düşman olabiliyor. Allah bunu sevmiyor. Düşmanlık zaten doğru değil; hele akrabanın birbirine düşmanlığı hiç doğru değil. İkaz edersin, nasihat edersin.
Sonra?
Sanâyia’l-ma’rûfi takî mesârias-sû’. “İyilikleri yapmak; kötü şekilde felaketlere uğramaları engeller.”
İyilikleri yapmak, insanın başına felaketlerin gelmesini engeller.
Felaket ne olur?
Harmanı yanar, evi yanar, gemisi batar, arabası çarpar, hastalık gelir, Allah saklasın kötü bir ölümle ölür, günah üzere ölür, imansız göçer…
İyilikler, insanın bu gibi durumlara uğramasını engelliyor.
Onun için elimizden geldiğince iyilik yapmaya fırsat arayacağız, imkân bulunca iyilik yapacağız. Elimizden geldiğince… Gözümüzü açacağız yani. “Burada sevap var, ben bunu hemen yapayım.” diye sevaplara koşturacağız. Çünkü Allah-u Teâlâ hazretleri hayır sahiplerini felaketlerden koruyor.
Ve sonuncu cümlesi…
Ve-inne kavle lâ ilâhe illallah. “Lâ ilâhe illallah sözünü söylemek.”
Lâ ilâhe illallah, Lâ ilâhe illallah, Lâ ilâhe illallah… Zikir.
“Lâ ilâhe illallah demek...”
Tedfeu an kâilihâ. “Bu sözü söyleyen insanı savunur, korur.”
O insanın başından def eder.
Tis’aten ve tis’îne bâben mine’l-belâ. “Lâ ilâhe illallah sözünü söylemek insanın başından doksan dokuz tür belayı def eder.”
Lâ ilâhe illallah demek, insanı belalardan koruyor.
Bu Lâ ilâhe illallah’ı demek çok mu zor? Lâ ilâhe illallah deyince ne oluyor?
İnsanın enerjisi tükeniyor, dizinde derman mı kalmıyor? Yığılıp yolda mı kalıyor, evine götürmek için cankurtaran mı geliyor? İnsanı hastaneye mi kaldırıyorlar? Bu Lâ ilâhe illallah demek çok mu zor bir şey!
Değil!
Lâ ilâhe illâllah… Bitti bile. Gayet kolay! Zaman mı yok? Her zaman var! Arabayla giderken Lâ ilâhe illallah de, otobüste gelirken Lâ ilâhe illallah de, gece yattın uyuyuncaya kadar Lâ ilâhe illallah de, dükkânda otururken Lâ ilâhe illallah de, elin imalatlarla meşgul olurken Lâ ilâhe illallah de… Ne olur? Hiç mâni yok!
Büyükler demiş ki; “Eli kârda, gönlü yârda olmak gerek.”
“Kâr” ne demek? Farsçada, “iş” demek.
“Eli kârda olmak” ne demek?
Adam işçi, usta, tornanın başında. İmalatla meşgul, tamam eli kârda. Biz “kâr” deyince “ticaretten elde edilen fazla kazanç” mânasını alıyoruz. O değil. Kâr, “iş” demek, yani “amel.” Amelenin ameleliği, ustanın ustalığı, işçinin işçiliği… “Kâr” derken uzatarak diyoruz.
“Kar” deyince de “yağan beyaz soğuk kar” akla gelmesin. Eli kârda, eli işte, gönlü yârda, gönlü sevgilide…
Sevgili kim?
Allah.
En çok kimi seversin?
Hem zahmetsiz, hem zaman bakımından her yerde söylenebiliyor. Günümüzün her saatinde çok imkân var, hem de çok faydalı.
“Lâ ilâhe illallah demek, söyleyenin başından doksan dokuz cins belayı def ediyor.”
Ednâhe’l-hemm. “En aşağısı tasası, kederi gidiyor.”
Gamlı, kederli, tasalı, içi sıkıntıda; Lâ ilâhe illallah deyince def oluyor.
Onun için Lâ ilâhe illallah’ı çok söyleyelim, çok söyleyelim, çok söyleyelim! O kadar çok söyleyelim ki binleri geçsin. Çok çok söyleyelim...
Bu kadar kolay olduğu halde, bu kadar sevaplı olduğu halde niye müslümanlar zikirden kaçıyor?
Müslüman Lâ ilâhe illâllah, Muhammedün Resûlullah diyor, hatta camiye geliyor ama Lâ ilâhe illâllah demeye gelince o da kaçıyor. Lâ ilâhe illâllah demekten kaçıyor.
Neden?
Şeytan ve nefis bu işi tatsız gösteriyor. Zevksiz, yavan gösteriyor. Halbuki zikretmek, zikrullah; kalbinin gaflet perdesi kalkınca, insan işin iç yüzünü anlayınca o kadar güzel, o kadar zevkli, o kadar tatlı bir şey ki tadına doyum olmaz.
Evliyâullahtan bir büyüğümüz demiş ki; “Şu hükümdarlar bizdeki şu zevkleri bir bilseler; -ne kadar büyük keyifler, zevkler, eğlenceler, mânevî hazlar, feyizler, nimetler, mânevî güzellikler- bunların ne kadar güzel olduğunu bilseler, bunları bizim elimizden kapmak için ordularını bize çevirirlerdi. Ganimet almak için orduyla oraya buraya savaş açıyorlar. Elimizden bu kıymetli şeyleri almak için bize saldırırlardı. Ama bilmiyorlar.”
Evet, çok kimse zikrullahın zevkini bilmiyor.
İlk başta insana tatsız gelir. O şeytanın ve nefsin diretmesidir. Zikre karşı direncidir. Onu Allah’a dayanarak, tevekkül ederek aştı mı, zorladı mı, ondan sonra zikrin güzelliklerini tatmaya başlar, anlamaya başlar.
Ondan sonra, Kur’ân-ı Kerîm’de methedilen;
وَالذَّاكِر۪ينَ اللّٰهَ كَث۪يرًا وَالذَّاكِرَاتِ اَعَدَّ اللّٰهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْرًا عَظ۪يمًا
Ve’z-zâkirîna’llâhe kesîran ve’z-zâkirât ve eadda’llâhu lehüm mağfireten ve ecran azîma. [2]
O Allah’ı çok zikreden, Allah’ın kendilerine çok büyük mükâfâtlar verdiği insanlar hâline geliverir.
Allah-u Teâlâ hazretleri cümlemizi zikrini seven, ibadetini seve seve, aşk ile zevk ile yapan kullarından eylesin.
El-Fâtiha.
[1] 3/Âl-i İmrân, 19.
[2] 33/Ahzâb, 35.